Resmi nikâhın camide kılınmasıyla ilgili tartışmaları bugünkü yazısına taşıyan Yeni Akit gazetesi yazarı Faruk Köse, “İslam’ın nikâh ve talâk hukukunun, resmi hukuk olarak tanınması”nı sağlamaktır önemli olan. O durumda, “resmi nikâh-dini nikâh ayrımı” da olmaz, insanların, nikâhlarına meşruiyet kazandırmak için için “resmi sözleşme kılıfı” geçirmelerine de gerek kalmaz. Resmi durum “dini nikâh”ı tanıyınca ve yetki “Laik Hukuk”tan çıkınca, insanların nikâh karmaşasına düşmeleri de önlenmiş olur” dedi.
Faruk Köse, “Burada sorulması gereken asıl sual şu: İster camide, ister düğün salonunda, isterse başka bir yerde; nerede kıyılırsa kıyılsın... İster İmam kıysın, ister Belediye Başkanı... Önemli olan, bu nikâhın; ‘hangi hukuka göre kıyılacağı’ ve ‘nikâhın meşruiyeti için dayanak noktasının ne olduğu’dur. Sorun, İsviçre’den kopya edilen ve daha sonra “Laik-Kemalist mantalite”ye göre tadilattan geçirilen Medeni Kanun’a ve velayeti Laik-Kemalist rejimde olan herhangi bir makamın/merciin verdiği yetkiye dayalı olarak kıyılan nikâhın İslami anlamda geçerli olup olmadığındadır” görüşünü dile getirdi.
Faruk Köse’nin Yeni Akit gazetesinin bugünkü (29 Ekim 2014) nüshasında yayımlanan, “Camide nikâh hangi hukuka göre olacak?” başlıklı yazısı şöyle:
Başbakan’ın söylemindeki “İslamilik”ten yola çıkarak, “İslam’ın yeniden hayata hakim kılınmasına yönelik toplumsal beklenti”nin arttığını bir kez daha vurgulamalıyım. Bu kapsamda dünkü yazıda, Başbakan’ın, sorunları değerlendirmek için kullandığı “helal-haram ölçüsü”nün veya gidişata ve kararlılığa dair kullandığı “Hz. Hüseyin’in yolu” tanımlamasının önemine ve mahiyetine değinmiştim. Bugün, aynı kapsamda “İslami nikâh”a ilişkin birkaç hususa vurgu yapmak istiyorum.
Basında “Diyanet’e resmi nikah yetkisi” başlığıyla yer alan haberi biliyorsunuzdur. “Yeni doğan bebeklerin kulağına ezanla isimlerinin fısıldanması, evlenenlerin imam nikahı ve resmi nikah törenlerinin camide yapılması”nı öngören bir proje, Diyanet İşleri Başkanlığı’na sunulacakmış. Haber bu.
Proje sahibinin iyi niyetli olduğundan kuşkum yok, o yüzden bundan söz edecek değilim. Ancak projenin sunuş biçiminin “temel bir zaafımız”a, üzerimizden bir türlü atamadığımız bir “psikolojik edilgenliğimiz”i yansıttığına işaret etmeden de geçemeyeceğim. Zira projenin gerekçelerine baktığınızda bunu görebilirsiniz. Deniyor ki:
“Hıristiyanlar yeni doğan çocuklarını kiliseye götürüyor. Orada vaftiz törenleri yapılıyor.... Biz ise yeni doğan bebeğin kulağına, evde, dört duvar arasında üç kişinin katılımıyla ismini fısıldıyoruz. Bu törenin camide yapılmasını önereceğiz.... Yine Hıristiyanlar kilisede evleniyor. Papaz ilahiler eşliğinde onları evlendiriyor. Bizde de isteyenler resmi nikahını da camide kıydırsın. Camide davetlilerin katılımıyla imam nikahı da kıyılsın. Yabancılar bunu yapıyor, hatta filmleriyle gözümüze bile sokuyorlar.... Müslüman bir ülkede bunların olmaması için bir neden yok.”
Görüyor musunuz? Proje iyi, güzel de, meşruiyet için gerekçe gösterilen dayanak noktası yanlış! Zira, “Batı’da böyle oluyor, hıristiyanlar böyle yapıyor, bizde niye olmasın” ezikliğini ne zaman atacağız üzerimizden? Doğrudan doğruya şöyle denemez mi: “Halkımız müslüman, o halde niçin nikâhını inandığı dine göre kıymıyor? Bu niçin engelleniyor?” Böyle deyip, bu gerekçeyle hareket etmek lazım değil mi? Niçin “Batı’da öyledir, o halde bizde de olsun, ne sakıncası var?” ezikliğiyle, sanki kötü bir şey istiyormuş da, kendine Batı’dan meşruiyet dayanağı gösteriyormuş havası içinde talepte bulunuluyor?
İşte bu psikolojiden kurtulmak lazım artık. Haklarımızı talep ederken, meşruiyet için gerekçe gösterdiğimiz dayanaklarımız Batı kuralları veya uygulamaları olmamalı. Aksi halde, el’an nikâhta meşruiyetin dayanağı olarak gösterilen Medeni Kanun’un da bir “Batı kopyası yasa” olduğu gerçekliğinin atmosferinden çıkamayız. Meşruiyetin dayanağı yine Batı olacaksa, ha Medeni Kanun’a göre Belediye’de nikâh sözleşmesi yapmışsın, ha aynı yasaya göre nikâh uygulamasını, hem de Batı’da kilisede yapılıyor diye camide yapmışsın, ne farkedecek?
İnsanların evlenmelerini de, boşanmalarını da inandıkları dinin gereklerine, kurallarına göre yapmalarının yolunu açmak lazım. Özellikle de müslüman bir topluma hükmeden devlet, buna dikkat ederek yasalarda ve uygulamalarda tadilat yapmalı. Batı’dan kopya edilen ve İslam’a uygun düşmeyen Medeni Kanuna göre nikâh kıyılmasına devam edip, ona “cami kılıfı” geçirerek meşruiyet kazandırmak, müslümanın başvuracağı bir yol olamaz. Bizzat “İslam’ın nikâh ve talâk hukukunun, resmi hukuk olarak tanınması”nı sağlamaktır önemli olan. O durumda, “resmi nikâh-dini nikâh ayrımı” da olmaz, insanların, nikâhlarına meşruiyet kazandırmak için için “resmi sözleşme kılıfı” geçirmelerine de gerek kalmaz. Resmi durum “dini nikâh”ı tanıyınca ve yetki “Laik Hukuk”tan çıkınca, insanların nikâh karmaşasına düşmeleri de önlenmiş olur.
Hem, nikâhı Diyanet İşleri Başkanlığı kıysa ne olacak? Kişilerden söz etmiyorum, ama kurum olarak Diyanet Teşkilatı’nın anayasal dayanağı da, yasası da İslami bakımdan sorunlu. Zira, Anayasaya ve teşkilat yasasına göre Diyanet İşleri Başkanlığı,ancak “laiklik” ilkesi doğrultusunda, “laiklik” rotasında hareket edecektir. Yani Teşkilat’a verilen rol, müslümanları “Laik rejime sadık bireyler” haline getirmektir. Hal böyleyken ve nikâh hâlâ Medeni Kanun’a göre kıyılacakken, bu işlemi kimin yaptığının ne önemi var?
Burada sorulması gereken asıl sual şu: İster camide, ister düğün salonunda, isterse başka bir yerde; nerede kıyılırsa kıyılsın... İster İmam kıysın, ister Belediye Başkanı... Önemli olan, bu nikâhın; “hangi hukuka göre kıyılacağı” ve “nikâhın meşruiyeti için dayanak noktasının ne olduğu”dur.
Sorun, İsviçre’den kopya edilen ve daha sonra “Laik-Kemalist mantalite”ye göre tadilattan geçirilen Medeni Kanun’a ve velayeti Laik-Kemalist rejimde olan herhangi bir makamın/merciin verdiği yetkiye dayalı olarak kıyılan nikâhın İslami anlamda geçerli olup olmadığındadır.
Bu tür projeler güzel de, sadece “görüntüyü kurtarma”ya değil, “esası sağlama”ya yönelik olmalı, değil mi?