Yeni Anayasa, Haklar ve Eşitlik

Yeni Anayasa, Haklar ve Eşitlik
Ekin Kadir Selçuk[email protected]  Seçimlerin hemen ardından bir anayasa tartışmasının içine gireceğiz ve iyi ihtimalle bu kez bu tartışmanın sonucunda yeni bir anayasaya da kavuşmuş olacağız.Bu kimi ne kadar tatmin edecek, göreceğiz.  Bu mevzu üzerine kalem oynatan hemen herkesin üzerinde mutabık kaldığı fikir, yeni anayasanın dil, din, etnik kimlik, siyasi görüş ayrımı yapmaksızın herkesi eşit bireyler olarak kabul etmesi ve bu eşit bireylerin temel hak ve özgürlüklerinin devlet karşısında olabildiğince genişletilmesi. Ceberut devletin müdahalelerinden bıkmış usanmış toplumun her kesiminden temsilciler bu liberal-demokratik hegemonyayı özenle inşa ediyor.  Her ne kadar bu ülkede ‘liberal’ kavramı artık iyiden iyiye birilerini aşağılamak için kullanılan bir küfre dönüştüyse de hemen herkes liberal demokrasinin temel anlayışını – hak sahibi birey- kutsuyor ve onu yeni anayasada olabildiğince güçlendirmek istiyor.  29 Mayıs 2011 tarihli Radikal İki’de Ayşen Candaş Hoca, egemenliğin ve rızanın demokratik sınırının “her ferdin eşit haklarının meşru siyasi otoritenin ihlal edemeyeceği sınır” olması gerektiğini belirtiyor. Buna göre yurttaşlar anayasada eşit statüde yer alırlar, bu eşitlik toplumsal sözleşme oluşturulurken hiçbir biçimde pazarlık konusu yapılamaz: “Demokrasi birbirine eşit sesi, sözü, hakkı olan akranlar, kaale alınması, çiğnenmemesi gereken eşit ortaklar olarak davranırken ve davranıldıkça öğrenilir.” Bu liberal demokrasi anlayışı artık hemen hemen tüm dünyada kabul ediliyor.  Öte yandan haklar ve eşitlik konusu üzerine biraz daha kelam etmekte fayda var.  Marx’a göre temel haklar olarak kabul edilen değerler, insanı toplumdaki diğer insanlardan ayrı izole bir birey olarak kabul ediyor. Bu anlayışa göre her birey egoisttir ve yalnızca kendi çıkarını düşünür. Haklar bireyi diğer egoist ve kendi çıkarını düşünen bireylerden koruyan bir duvardır. Haklar insanı insandan ayırmak için vardır, onların uyumlu birlikteliği için değil. Oysa Marx’ın insan anlayışı bunun tam tersidir. İnsan toplumla birlikte var olur, onun yaratıcı kapasitesi ancak toplumla birlikte üretip paylaştığı zaman ortaya çıkar. Bireysel özgürlük bencillik hakkından başka bir şey değildir, oysa gerçek özgürlük insanın diğer insanlarla birlikteliğinde gerçekleşir, ayrılığında değil.  Marx’a göre liberal eşitlik kavramı ise sivil toplum-devlet ayrımına dayanır. Bu ayrıma göre devlet önünde bireyler eşit yurttaşlar olarak algılanır. Sivil toplumda ise ki burası gerçek hayatın ta kendisidir, eşit yurttaş anlayışının bir hükmü yoktur. Özel mülkiyete sahip olanların, emeğinden başka satacak bir şeyi olmayanlara karşı mutlak bir üstünlüğü söz konusudur burada. Devlet-sivil toplum ayrımı bu gerçeğin göz ardı edilmesine yarar. Mülkiyet ilişkilerinin devlet-sivil toplum ayrımına dayanarak sivil alanın bir konusu olarak görülmesi ve siyasetten dışlanmasıdır amaç. Oysa Marx’a göre siyasetin asıl konusu, burjuva eşitlik ve özgürlük anlayışının olabildiğince siyaset-dışı tutmaya çalıştığı mülkiyet ilişkileridir. Çünkü burjuva mülkiyet ilişkilerinin kağıt üzerinde kalan, soyut hak sahibi eşit yurttaş anlayışını gerçekleştirebilme imkanı yoktur. Marx, liberaller için özgürlük meselesinin de bu sivil toplum-devlet karşıtlığından beslendiğini söyler.. Liberaller anayasada devleti sivil toplum ve birey karşısında olabildiğince sınırlamayı arzular. Marx’a göre ise mühim olan bireyin devletten değil üretim ilişkilerinden özgürleşebilmesidir. Aksi takdirde birey, devlet karşısında özgürleşse bile piyasanın esareti altında kalmaya devam eder.  Yeni anayasada yurttaş eşitliğinin, bireysel hak ve özgürlüklerin olabildiğince genişletilmesini istiyoruz. 1982 anayasasına bakınca bunun gayet makul bir talep olduğunu kabul etmek gerekiyor. Marx da politik özgürleşmenin ileri bir aşama olduğunu belirtiyordu. Fakat öte yandan yeni anayasa ‘somut bireylerin somut hayatlarına’ nasıl yansıyacak, ‘gerçek’ bir eşitlik ve özgürlük nasıl sağlanacak diye düşünmemiz gerekiyor galiba. Aynı tarihli Radikal İki’de yayımlanan “Kimin Anayasası” başlıklı yazıda Mustafa Kemal Coşkun “Yeni anayasa piyasa ekonomisini sınırlandırarak en azından bir sosyal devlet inşasını mı hedefliyor, başta işçi ve emekçiler olmak üzere işsizlerin ve yoksulların ekonomik ihtiyaçlarına mı cevap verecek” diye soruyor. Bu soruların bireysel hak ve özgürlükler, rejimin ideolojisi, vatandaşlık tanımı gibi tartışmalar kadar elzem olduğunu düşünüyorum.