'Yeni kitabımın adı 92. bahar'

'Yeni kitabımın adı 92. bahar'
Pınar Kür’ün annesi, 92 yaşındaki yazar İsmet Kür: “Şimdi Azrail gelse karşıma, gidelim dese, buyur gidelim derim. İyi giyiniyorum, kendime bakıyorum diye herkes sanıyor ki hayata çok bağlıyım. Hiç değilim, hiçbir vakit de olmadım”. Bu hafta Everest Yayınları etiketiyle piyasaya çıkacak “Yıllara mı Çarptı Hızımız” adlı anı kitabının son sayfasındaki şiirinde formülü veriyor zaten: “Bir elimde gözlük / Öbüründe baston, / Cilveleşiyorsam / Deniz’le, Kuş’la, Ağaç’la / (...) / Ben, yaşamışım, be kardeşim, / Yaşıyorum da.” Milliyet Pazar'da yer alan söyleşisinde İsmet Kür, 92 yıllık yaşamında ilginç anekdotlar, yazar olma hikayesi, kızları ve ailesini anlatıyor.“Yıllara mı Çarptı Hızımız”ı okurken sanki pek çocuk olamamışsınız gibi hissettim. Kocaman köşkte 3,5 kişiydik; annem, ablam, dadım ve ben. Babam ben altı aylıkken ölmüş. Annemle dadım çocuk muamelesi yaparlardı. Ama ablam farklıydı. Babıali’yle beş yaşında tanıştım onun sayesinde. Yazdığı şiirleri önce bana okurdu. Tabii benim tam anlamama imkan yoktu ama bana önem verilişinden çok mutlu olurdum. O zaman mı kanınıza girdi yazmak? Herhalde. Sanvas ve Sendes diye iki hayali arkadaşım vardı. Dadım çok üzülürdü bu kız yalancı mı olacak diye. Annemse memnun olurdu, “Büyük kızım şaire oldu, küçük kızım muharrire olacak” derdi. Zaten ilk hikayeniz 15 yaşında yayımlanmış. Hikayeyi yazdım, Muhit dergisine gönderdim. Hikaye basıldıktan sonra parasını almaya gittiğimde beni müdür beyin yanına çıkardılar. Dedi ki bana “Niye muharrir beyefendi gelmedi de sizi gönderdi?” Ben de “Muharrir beyefendi benim” dedim. Adam biraz kızdı tabii... “Tehlikeyi müthiş severdim. Tramvay durağında beklemez, sürat kazandığı zaman atlardım” Sizin adınız İsmet, ablanızınki Nusret... Neden size erkek isimleri koymuşlar? Belki de erkek çocuk istedikleri için. Ablam çocukluğunda tam bir erkek çocuk muamelesi görmüş. Fakat ben ablamdan çok daha fazla erkekliğe yakınım. Çok başıma buyruktum. İlk anı kitabınızda diyorsunuz ki, “Deliliğimin mutluluğunu değil, deli ama korkak olmanın sıkıntısını yaşadım”. Neden korktunuz? O çekinme hissi olmasaydı, çok daha doludizgin yaşardım. Katiyen istediğim gibi doludizgin yaşayamadım. Tehlikeyi müthiş severdim. Tramvay durağında beklemez, sürat kazandığı zaman atlardım tramvaya. Ortaokuldayken Nişantaşı’nda üç katlı bir evde oturuyorduk, ömrümün büyük bir kısmı damda geçerdi. Hayatımda eksik olan bir şey vardı daima ve her vakit var. İngilizce bilmeden iki çocukla Londra’ya taşınmak, dört günlüğüne gidilen Kıbrıs’ta beş yıl kalmak, 24 kitap, 100’e yakın radyo oyunu... Doludizgin tanımında ne eksik sizin için? Kendimi ne dolu yaşamış hissediyorum ne de özgür yaşamış. Böyle düşünmenizde mutsuz evliliğinizin de rolü var mı? Tabii annemin de etkisi var, kocamın da... Yoksa 25 yıl sonra boşanmazdım adamdan. Okuldan arkadaşımdı Behram. Artık evleneyim diye mi düşünmüştüm, bilmiyorum. Kitapta da evliliğinizi hep sizi kısıtlayan bir şey olarak anlatıyorsunuz. Behram müthiş kıskançtı, fakat çok terbiyeli kıskançtı. Hiçbir zaman kıskançlıklarından beni sorumlu tutmadı. Bir gün vapurda gidiyoruz, karşımızda birbirinden güzel üç kadın oturuyor. “Behram şunlara bak ne güzeller” dedim. Cevabı ne oldu biliyor musun: “Sana kim bakıyor diye bakmaktan etrafta kadın mı görüyorum?” Hiç aşık oldunuz mu? Ben kendimi hiç aşık oldu sayamıyorum. Hele gençlik hatıra defterimi okuduğumda anlıyorum ki, ben aşkı çok büyütmüşüm gözümde. Belki bir miktar da korktum aşık olmaktan. Biraz beğeneceğim insanlar olunca hakarete varan kabalıklar yapardım. Kitapta da korkunuzu şöyle anlatıyorsunuz: “Benim aşk babında inancım odur ki, sevdalarını en güzel yerinde kesivermek gücünü gösteremeyenler, tadını yitirmekte olduğunu seyretmenin insafsız acısını yaşamaya kendilerini mahkum etmiş olurlar.” Doğru değil mi? Yıllarca baş başa kalıp o ilk sevgiyi kaybetmemek imkansız. Aslında çok korkusuz birine benziyorsunuz. İki küçük çocuğu alıp tek başına 1950’lerin Londra’sına gitmek... Korkmak aklıma gelmedi ki... Gideriz olur dedim. Gittik, oldu. “Pınar’ın her programını izlerim, bitince arayıp mesaj bırakırım” Yaşınızı söylemekte mahsur var mı? Bütün kitaplarımda yazıyor doğum yılım, 1916. Hatta yeni yazmaya başladığım kitabın adını, ki ne kadar yazarım bilmiyorum, “92. Bahar” koydum. Nasıl bir aileydi doğduğunuz? Annem Nazlı hanımefendi, başka türlü baskın bir hatundu. Düşün ki işgal zamanı, ablam 15-16 yaşında, ben bebek, baba ölmüş. O bizi çekip çevirdi. Yıllar önce Pınar “Nazlı Hanım’ın Kızları” adında bir anı roman yazmaya başlamıştı. Annemin kulakları işitmiyordu. Pınar’ın yazdıklarında da yemek yerken bağıra bağıra konuşuyor hatun. Fakat annem duymakta zorlanacak kadar hafif konuşurdu. Pınar annemi çok iyi tanıyor halbuki... Siz de kızdınız mı? Çok kızdım. Bir de annemden kimse “Nazlı hanım” diye bahsetmezdi, eskiden çok ayıptı hanım demek. Hanımefendi denecek. Ben kızınca Pınar da küstü, bıraktı kitabı. Yayımlanmadan önce kitaplarınızı birbirinize okur musunuz? İkimiz de Işılar’a okuruz. O Pınar’a da bana da sahip çıkar zaten... Pınar’la üslubumuz çok farklıdır. Ben Pınar’ın üslubunu çok beğenirim. Pınar hanımın “Haydi Gel Bizimle Ol” programını seyrediyor musunuz? Muhakkak seyrediyorum, programdan sonra da mesaj bırakıyorum telesekreterine. Kızlarınız size benziyor mu? Işılar çok yumuşaktır, bir anne gibi üstüme düşer. Ailede ismi dikbaşlıya, inatçıya çıkmış olan Pınar’dır. Tabii benden sonra... Halbuki esas inatçı, istediğini yapan Işılar’dır. Bir dostum bana dedi ki hatta “Pınar sizden yalnız yazarlık tarafını almış, Işılar bütün karakterinizi almış görünüyor”. Aklına koyduğu şeyi Işılar yüzde 100 yapar. Ben de hâlâ öyleyim galiba. Pınar düşünüp taşınmayı sever. Onun da deli tarafı vardır tabii. “Saçlarım üç senedir mavi” Saçlarımı beyaz bırakmaya karar verdim önce. Fakat boya geçtiği vakit bir kısmı beyaz bir kısmı boyalı bayağı görünüyor. Hemen bir peruk yaptırdım ve beyazlanıncaya kadar peruk taktım. Bir süre beyaz bıraktım. Sonra Füreya (Koral) bu apartmanda otururdu, onun saçları boya grisiydi. Ondan mı ilham aldım bilmiyorum... Nişantaşı’nda Mahmut vardı ünlü kuaför. “Bir renk getirdim” dedi, “yıkanınca geçiyor”. O bu kadar mavi değil, grimsiydi. Fakat Mahmut öldü, onun yerine gelen de o rengi yapamadı. Eflatun da oldu bir ara saçlarım, üç senedir de mavi. “50 yaşımdan beri kendimi hep ölüme yakın hissettim” 50 yaşından beri kendimi hep ölüme yakın hissettim. Ama korkarak değil. Hatta bu eve taşındığımız vakit, camlar eski zaman camları, değiştirebilirdim. Dedim ki “Daha kaç sene yaşayacağım?” Bunu söyleyeli 30 sene oldu... Annemle babamın hayatını yazacaktım, ben bunu bitirinceye kadar ölür giderim dedim. Şimdi Azrail gelse karşıma, gidelim dese, buyur gidelim derim. İyi giyiniyorum, kendime bakıyorum diye herkes sanıyor ki hayata çok bağlıyım. Hiç değilim. Hiçbir vakit de olmadım.