Yeni Şafak gazetesi İbrahim Karagül, İran'ın Mekke'yi hedef aldığı iddiasında bulundu. Karagül, "Hedef Mekke'dir ve İran füzelerinin, tanklarının ulaşmak istediği yer de burasıdır. En geç bir-iki yıl içinde durum daha da belirginleşecektir. Eğer sakinleştirilemezse İran, çok yakında Basra Körfezi'ne saldırılara başlayacaktır" diye yazdı.
İbrahim Karagül'in Yeni Şafak gazetesinin bugünkü (13 Şubat 2017) nüshasında yayımlanan 'Cumhurbaşkanı’nın ziyaretleri ve Körfez’i sarsan İran tehdidi' başlıklı yazısı şöyle:
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın dün başladığı Ortadoğu turu, kişisel okumalarıma göre, son dönemlerin en kritikziyaretlerinden biridir ve oldukça dikkatli izlenmesi gerekmektedir. Bahreyn, Suudi Arabistan ve Katar ziyaretlerini sadece ekonomik önceliklerle sınırlamak ciddi bir eksiklik olacaktır.
Suriye'de ateşkes sağlandıktan sonra S. Arabistan ve Körfez'i içine alan “yeni bir durum” söz konusudur ve bu da savunmadır. Bölge ülkeleri, bütün enerjilerini savunmaya ayarlamış, bir “İran tehdidi” üzerine yoğunlaşmış, ekonomisi ve dış politikası büyük oranda güvenlik eksenli hale gelmiştir.
Burada ABD'nin yeni yönetimi ile Türkiye'nin pozisyonu birinci derecede belirleyici olacaktır. Yeni savunma arayışı içinde ABD, İngiltere, Fransa gibi ülkelerin yanında Türkiye'nin merkezi pozisyonu ne olacaktır, Ankara yeni bölge politikalarında ne kadar ağırlık kazanacaktır, işte bu ziyaretler çerçevesinde yapılacak görüşmelerin önemi buradadır.
Özellikle ABD'nin yeni Başkanı'nın İran karşıtı politikaları, Tahran'ın Suudi Arabistan'ın Başkenti Riyad'ı hedef alan ve Yemen'deki Husiler üzerinden yürüttüğü füze saldırıları, Basra Körfezi ülkeleri ile S. Arabistan'ın açıktan İran tarafından tehdit ediliyor oluşu, yine İran'ın Suriye'de dolaylı olarak Türkiye ile savaşa tutuşması ve Ankara'nın bölge politikalarını hatta en hassas güvenlik kaygılarını hedef alan saldırganlığı çok ciddi sonuçlar doğurdu.
“Yeni durum” budur ve öyle sanıyorum ki, uzunca bir süre bölge bu cepheleşmeye göre biçim alacaktır. DEAŞ ve PKK/PYD gibi terör örgütlerinin pozisyonu da bu çerçevede birebir değişecek, yeniden formatlanacak ya da üstlendikleri rol dramatik bir şekilde değişecektir. Cepheleşme, Suriye'nin geleceğini, harita çalışmalarını, Türkiye'yi kuşatmaya ayarlı terör koridorunun geleceğini de etkileyecektir.
1979 devriminden bu yana İran hiçbir zaman Müslüman coğrafyada bu kadar itibar kaybetmemişti. Özellikle Halep'te yürüttüğü katliamlar, Müslüman dünyanın vicdanında çok ağır yaralar açtı. Hizbullah ile Suriye içinde yürüttüğü saldırılar da öyle. Tahran yönetimi, sanki bilinçli şekilde, Müslüman dünya ile ayrışmaya girdi, arasına mesafe koydu, bu dünyayı tehdit etmeye başladı.
Bu da; İran'ın artık “devrim” sonrası radikal bir değişim yaşadığı, siyasi eğilimlerini değiştirdiği, Fars emperyalizmine yönelik stratejik yayılma haritası izlediği gibi bir gerçeği ortaya çıkardı. Bunlar ortadayken yayılma politikalarının Şii-Sünni mezhep çatışması gibi pazarlanması ise ciddi bir tehlikedir ve işin gerçeği olayın mezheplerle hiçbir alakası yoktur.
Şii kimliğini sadece bir örgütlenme aracı olarak kullanan, Şii demografisini ve Batı ile çatışma politikalarını emperyal hırsları için istismar eden bir İran söz konusudur. Tahran'ın bölge ülkelerine hatta Türkiye'ye yönelik tehditkâr tavırları yetmezmiş gibi, İran bölge dışı güçleri de provokatif çıkışlarıyla bölgeye davet etmektedir.
S. Arabistan'ın, Katar'ın, Bahreyn'in ve Birleşik Arap Emirlikleri'nin açıktan İran hedefinde olması, Trump'ın İran'a karşı ortaklıklar peşinde koşması yeni cephe oluşturuyor. ABD Başkanı'nın, S. Arabistan ve Katar'dan sonra, İran kontrolündeki Haydar İbadi ile de “İran'ı durdurma” görüşmesi yapması çarpıcıdır. Bağdat ne kadar bu sürece katılır, bilemeyiz ama bu girişimin Irak içinde yeni çatışma alanları oluşturacağı açıktır.
Mesele ABD'nin yeniden bölgeye müdahalesi değildir. Bir şekilde İran'ın durdurulması, bütün coğrafyayı ateşe atacak hezeyanlarının önüne geçilmesi gerekmektedir. Çünkü bu ülkenin, 1991'deki Körfez Savaşı'ndan bu yana sürekli güç kazanması, kontrolsüz bir şımarıklığa yol açmıştır. Aşırı özgüven ve zafer sarhoşluğu, maceracı, hayalperest bir ihtirası beslemiş, Tahran yönetimini Körfez ve S. Arabistan gibi ülkeleri çevrelemeye, baskı altına almaya hatta bu ülkelere saldırma düşüncesine itmiştir.
Hedef Mekke'dir ve İran füzelerinin, tanklarının ulaşmak istediği yer de burasıdır. En geç bir-iki yıl içinde durum daha da belirginleşecektir. Eğer sakinleştirilemezse İran, çok yakında Basra Körfezi'ne saldırılara başlayacaktır.
Dolayısıyla eğer bölgeye bir ABD müdahalesi olmaması isteniyorsa İran'ın Yemen'den ve Suriye'den derhal çekilmesi gerekmektedir. Aksi takdirde büyük bir bölgesel çatışma, kapıya dayanacaktır. Her dış müdahalede kazançlı çıkan İran'ın, aynı kazancıbu sefer elde edemeyebileceği Tahran'daki siyasi karar alıcıların dikkatine sunulmalıdır.
Türkiye ve İran'daki rejim tartışmaları dahil, hiçbir krizden etkilenmeyen ve istikrarını koruyan ikili ilişkiler, ilk kez ağır darbe almıştır. Suriye meselesi, Türkiye ile İran arasındaki bütün güveni yok etmiştir.
Suriye'de örgütler üzerinden Türkiye'yi vuran, bunu Rusya'nın gücüyle yapan, PKK/PYD ortaklık kuran, “Kuzey Suriye Koridoru”nu “Türkiye'yi durdurmaya, kuşatmaya” ve bölgesel hırslarının önünde bir engeli ortadan kaldırmaya dönük proje olarak gören Tahran, Ankara'ya karşı düşmanca eylemlere girişmiştir. Bu durum, Türk siyaseti ve güvenlik çevrelerinin hatta toplumun İran'a bakışını derinden sarsmış, onu bir tür tehdit haline getirmiştir.
Ortak tehdit görme hali, Türkiye ile S. Arabistan ve Körfez ülkelerinin savunma/güvenlik politikalarını birbirine yaklaştırmıştır. "Biz ABD'ye kafa tutuyoruz, siz kimsiniz?" diyebilen bir İran aşırı özgüveni için bu sözlerin pek anlam ifade etmediği ortadadır. Ama yine de coğrafyadan yalıtılmanın ne anlama geldiği üzerine kafa yormaları gerekmektedir.
Cumhurbaşkanı'nın ziyaretlerinin bu konularla ne kadar alakası var, bilgi sahibi değilim. Ne tür görüşmeler yapılır, ortaklıklar kurulur onu da bilmiyorum. Ama harita böyle, güvenlik sorunları bu halde.
Türkiye için 15 Temmuz sonrası, ABD için Trump sonrası, bölge ülkeleri için İran kaynaklı füzelerin Riyad ve Cidde'ye yönelmesi sonrası oyunun kuralları değişmiştir.
Türkiye'nin, savunma ve güvenlik alanında Körfez bölgesinin en dürüst ve güvenilir ortağı olabileceğini düşünüyorum. Bu ülkeler, sadece Batı'dan milyarlarca dolar silah alımlarıyla sorunlarını çözemez. Sağlam bölgesel ortaklıklar kurmak zorundalar. Türkiye'nin bir tür “savunma ihracı” onların da işine gelecektir.
Suriye'den aldığı dersler de Ankara'yı böyle bir işbirliğine yöneltmektedir. Ayrıca, mezhep söylemi üzerinden savaş pazarlama oyununu bozabilecek tek ülke de Türkiye olacaktır.
Bu yüzden, Ankara ile Körfez ülkeleri arasında kalıcı güvenlik ortaklıkları inşa edilmeli, bir güvenlik kalkanı oluşturulmalı. Silah tedarikinden ortak askeri birimlere, bölgesel güvenlik konularında ortak perspektifler geliştirmeye kadar, uzun vadeli bir çalışmanın altyapısı oluşturulmalı.
Telaffuz edilmese de, Türkiye ile İran arasında derin bir güvenlik krizi söz konusudur. Bugünden geleceğe bakan herkes, işin nerelere uzanacağına dair tahminler üretme gücüne sahip olacaktır. İki ülke arasında, daha önce yaşanan krizler ideolojikti. Türkiye'nin reaksiyonları da İran'ın ideolojik müdahalelerine yönelikti.
İlk kez Türkiye'nin ülke olarak varlığı tehdit edilmiştir. İran, Suriye üzerinden Türkiye'yi vurmuş, ulusal güvenliği için ciddi bir tehdit oluşturmuştur. Tıpkı Yemen'den, Husiler üzerinden S. Arabistan'ı vurması gibi.
Dedim ya; önemli ziyaretler, dikkatle izlenmesi gereken temaslar söz konusu… Ekonomik ortaklıklar, “savunma ekonomisi”ne dönüşüyor çünkü.