Yeni Şafak yazarı Ali Saydam, partili cumhurbaşkanlığı sistemini öngören anayasa değişikliği teklifiyle ilgili olarak “'Boş verin canım, it ürür kervan yürür; biz halktan nasılsa %51 alırız' rehaveti içine düşmek, çok büyük tehlike. 'Çantada keklik' varsayımı, siyasi iletişimde içine düşülebilecek en büyük tehlikedir" görüşünü savundu.
Ali Saydam'ın "‘Çantada keklik’ duygusundan uzaklaşmak gerek…" başlığıyla yayımlanan (14 Ocak 2017) yazısı şöyle:
Dün bir dostumuzla muhabbet ediyoruz. Türkiye'nin bana sorarsanız en başarılı finansal yatırım kuruluşlarından birinin üst düzey yöneticisi. Dedi ki: “Şu sıra Dolar'la ilgili edilecek her kelam tehlikeli. 'Doların dünyadaki genel değer kazanması ile Türkiye'nin içinden geçmekte olduğu sıkıntılı dönemin üst üste gelmesinin doğal sonucu, desen; 'Vay sen Cumhurbaşkanı'nın söylediklerine itibar etmiyor musun, millete Dolar alın mı demek istiyorsun' diye üstüne gelecekler; Cumhurbaşkanı'nın uyarısına katıldığını söylesen, hükümet yalakalığı ile suçlanacaksın. Oysa anladığım kadarıyla Cumhurbaşkanı elinde Dolar bulunanları değil, doları manipülasyon aracı olarak kullananları kastediyor…” Bazı gazeteler öyle vermişti ki haberi, usta finansçı hafif bir tereddüt geçirmekte haklıydı. Başlıklar şöyleydi: “Elinde bomba olanla Dolar olan birdir!” Ofise geldiğimde açıklamanın orijinalini aradım. Haber şöyleydi: “Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye'yi teslim almak isteyenlerin dövizi silah gibi kullandığını söyledi. Erdoğan, 'Maruz kaldığımız saldırıların bir de ekonomik boyutu olduğunu artık herkes görüyor. Elinde silahı, bombası olan teröristle elinde doları, avrosu, faizi olan terörist arasında amaç bakımından hiçbir fark yoktur' dedi.” Tahrifata bakın siz. Doları, Avro'yu bir silah gibi kullananlara terörist demek başka, elinde Doları olan herkese terörist demek başka… El insaf!.. Bir başka tahrifat da Meclis'teki olaylarla ilgili ortada. Yaratılan hava şu: Milletvekilleri (ayırım gözetmeden hepsi) birbirlerine girdiler. En ilkel şekilde birbirlerine saldırdılar. AK Partilisi, CHP'lisini falan ayırt etmeden ortaya karışık servis edilen bir algı var. Oysa CHP Milletvekilleri içinde agresyonu tetiklemesi, yangına benzin dökmesi ile mâruf Grup Başkanvekili Özgür Özel beyin TV'lerde de yayınlanan sözleri her şeyi açıklıyor: “Biz halkın gözlerinin içine baka baka bu maddenin burada konuşulmasını temin etmek için gerekirse 24 saat çalışmak için ama halka bunu sınırsız olarak anlatmak için halkın kürsüsünün vazifesini yerine getirmek için halkın kürsüsünü sizden koruma altına alıyoruz. Halkın, milletin kürsüsüne sahip çıkıyoruz. Milletin kürsüsünü sizlerden koruyoruz.” AK Partili milletvekillerin önlerinde iki seçenek vardı: Bir: Gidip, antidemokratik, şiddet yanlısı, işgalci vekilleri oradan uzaklaştıracaklardı… İki: Hiç seslerini çıkarmadan yerlerinde oturup, 1980 öncesi üniversiteleri işgal eden sol ya da ülkücü gençleri hatırlatırcasına, kol kola girerek kürsü ve çevresini kordon altına almış vekillerin o manzara içinde kendi algılarını yerle bir edişlerini seyredeceklerdi. Onlar, birinci alternatifi tercih ettiler. Keşke ikinci yolu deneselerdi. Şöyle bir 10 dakika o işgalci milletvekillerini yapayalnız bıraksalardı kürsünün etrafında. O zaman lafın ortada bırakılmasını, meselenin genellenmesini, “Milletvekilleri ilkel bir şekilde birbirlerine saldırdılar” yorumlarını engellemiş olurlardı. Ancak o gergin ortamda böyle iç disiplin uygulamak hiç de kolay değil… Bu arada yıllarca AK Parti'nin arkasında durmuş bazı köşe yazarları ve düşünce insanlarının, biraz da CHP'nin gazına gelip, AK Parti'nin “Yangından mal kaçırır gibi, bu kadar önemli Anayasa değişikliklerini bir çırpıda Meclis'ten geçirmek için aşırı çaba” harcadığı yaklaşımıyla, eleştirel bir pozisyon almaya başladıkları görülüyor. “Boş verin canım, it ürür kervan yürür; biz halktan nasılsa %51 alırız” rehaveti içine düşmek, çok büyük tehlike… 'Çantada keklik' varsayımı, siyasi iletişimde içine düşülebilecek en büyük tehlikedir. 1950'de Taksim mitinginde, alanı dolduran kalabalığı gösterip İsmet İnönü'ye “İşte İstanbul Paşam!” diye hava atan zamanın Vali ve Belediye Başkanı Fahrettin K. Gökay'ın o rehavetiydi belki İstanbul'dan tek milletvekili çıkaramamalarının nedeni… İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığını alacağına yüzde yüz emin olan Bedrettin Dalan'ın kitleler tarafından hiç tanınmayan Prof. Dr. Nurettin Sözen'e İstanbul'un anahtarlarını teslim edişini unutmak mümkün mü?.. Aşırı özgüven, ilginin azalmasına ve en azından seçmende “Nasılsa alıyoruz” diye sandığa gitmeme eğiliminin artmasına neden olabilir. Pekiyi ne yapmalı? 1. Sonucun çantada keklik olmadığını tespit etmek. 2. Bugüne kadar her seçimde gösterilmiş olan disiplin ve stratejik iletişim yöntemlerini devreye sokarak, tüm parti teşkilatının ciddiyetle hedefe kilitlenmesini sağlamak. 3. Anayasa değişikliğinin neler getirip neler götürebileceğini Sayın Cumhurbaşkanı'nın şahsında tartışmak isteyenlere sahaları bırakmamak ve konuyu herkesin anlayacağı şekilde anlatmak… Bilmem anlatabiliyor muyum?..