Yeni Şafak yazarı Yusuf Ziya Cömert, Türkiye'nin ekonomide 17. sırada olduğunu hatırlatarak, "Neden üniversitelerimiz ilk 500'e giremiyor?" diye sordu. "Bilhassa 28 şubat günlerinde. Başörtülü kızlar üniversiteye sokulmazken. Şimdi, başörtülü kızlar üniversiteye girdi. Fakat üniversitelerimiz hala ilk 500'e giremedi" diyen Cömert, "Bilim adamlarımız, hep birbirinin tekrarı, suyunun, suyunun suyu eserler yazdığı için mi? Doçentlik, Profesörlük payesi, yazmayan, çizmeyen, düşünmeyen 'alim'lere bedavadan verildiği için mi? Veya, İslami İlimler sahasındaki hocalarımız, işi gücü bırakmış, bilimsel özgürlüğü unutmuş, birbirlerini sapıklıkla, suçlayıp durdukları için mi? Uzatmayalım, yanlış yoldayız" ifadesini kullandı.
Cömert'in Yeni Şafak'ta "Bu gidişle Kabe’ye varamayız" başlığıyla yayımlanan (16 Kasım 2015) yazısı şöyle:
Balıkesir'de, çocukluk arkadaşım rahmetli Yusuf Karakuş'tan işitmiştim. Güya, Yahudi'nin yolu Balıkesir'e düşmüş. Ticaret yapacak ama, şehri yoklamak istiyor. Ben buradan iş çıkarabilir miyim? Eski zaman. Eşeğiyle gelmiş. Diyelim ki, Deve Yoncası'nın oralarda bir yerde, gördüğü bir çocuğu çağırmış. “Oğlum” demiş, “Al şu 5 kuruşu bana ve eşeğime yiyecek al.” Çocuk parayı almış giderken, Yahudi arkadan seslenmiş: “Biraz da eğlencelik al.” Çocuk, biraz sonra, bir karpuzla çıkmış gelmiş. Yahudi, biraz şaşkın. “Hani, ne aldın?” “Sana, eşeğine, yiyecek aldım, biraz da eğlencelik aldım.” “Anlamadım?” “Bak beyamca” demiş çocuk, “Karpuzu sen yersin. Kabuklarını eşeğine yedirirsin. Sonra da çekirdekleriyle eğlenirsin.” Harika! Musevilerin az olduğu her yerde böyle hikayeler anlatılır. Benim en hoşuma gideni, Kayserililer'in Yahudi tacire diş satma hikayesidir. (Onu da kulakları çınlasın, bana ilk Yusuf Yerli anlatmıştı.) Doğru mudur bu hikayeler? Hiç önemli değil. Önemli olan, bu hikayelerin, bize yaptığı kafa masajı, kafa ütüsü... 'IŞİD'i Amerika kurdu. Nitekim, el-Kaide'yi de onlar kurmuştu.' Bu doğru mudur? Doğru olup olmadığı tartışılır. Tartışılınca ne olur? Dersin ki, Afganistan'da, Kaide'nin öncülleri olan savaşçılarla sen alış-veriş yapmadın mı? Onları sen büyütmedin mi? Muhatabın da, bu örgütlerin batı karşıtı söylemlerini, eylemlerini senin önüne sürer. Öyle tartışırsınız. Masadan kalktığınızda, ikiniz de kendinizin haklı olduğunuzu düşünürsünüz. Doğruluğu yanlışlığı tartışılabilir bu 'teori'lerin, fakat sağladığı kolaylık tartışılamaz. (Balıkesir'deki çocuğun, Yahudi tacire getirdiği karpuz gibi,) bir sürü karışık sorunu, bu 'teori'yle halledersiniz. Hallettiğiniz sorunlar, kafa konforuyla ilgilidir. Sizin, bu 'teori'ye sarılmanız, realiteyi değiştirmez. Beyrut'ta, Ankara'da veya Paris'te, bombalar patlar, kurşunlar atılır ve insanlar ölür. Ve bu cinayetler, hangi etkiyi icra edecekse, sizin teorinizden bağımsız olarak, icra etmeye devam eder. Bizim, herhalde, bu teorinin ötesine geçecek bakış açılarına ihtiyacımız var. Doğru, bu örgütler, bu terör, İslam'ı temsil etmiyor. Peki, İslam'ı ne temsil ediyor? Ne temsil etsin? Bunu arayıp bulmamız, bulup hem kendi önümüze, hem dünyanın önüne koymamız gerekiyor. Sorumuz şu: Bizler, Müslümanlarız. İslam dünyasıyız. İyiyiz, hoşuz da... Neden, kavgamız gürültümüz eksik olmuyor? 'İslam'ın lügat anlamı, en azından bu anlamlardan biri, 'barış.' Fakat, biz neden boyuna kan döküyoruz? Hem de çoğu zaman birbirimizin kanını döküyoruz? Bu sorunun cevabını mügalatayla bulamayız. Bir efor, bir enerji, bir mesai gerektirir, bu sorunun cevabını aramak. Geçenlerde, Diyanet İşleri eski başkanlarından Sait Yazıcıoğlu Hoca ile sohbet etme imkanı buldum. Baktım ki, Sait Hoca, bu meseleyi çok önemli buluyor. Hatta, buna çalışıyor. Sevindim. Aynı günlerde, Kur'an Araştırmaları Merkezi'nde (KURAMER) –Yine Diyanet İşleri eski Başkanı– Ali Bardakoğlu, (eski) İstanbul Müftüsü Mustafa Çağrıcı ve orada bulunan başka ilim adamlarıyla sohbetimizde de KURAMER'in çalışmalarına dair çok sevindirici haberler aldık. (Bunu müstakil bir yazıda anlatmam gerekiyor.) Bunlara sevinebiliriz. Fakat, bu sınırlı çalışmalar, içinde bulunduğumuz karanlığı aydınlatmaya yetmez. Birincisi, bunlar, bir 'ilmi uyanış' hamlesinden bahsedebileceğimiz 'miktar'da değil. İkincisi, salt dini alanla sınırlı bir çalışma, noksanımızı tamamlamaz. Her tarafımız dökülüyor. Geçenlerde bir istatistik okudum. Okumuyormuşuz. Mesela, Japonya'da kişi başına yılda ortalama 25 kitap okunuyormuş. Türkiye'de ise, bir kişi, yılda 0,1 kitap okuyormuş. Bu, 10 yılda bir kitap eder. Burada kendi başımızayken bir numarayız. Ekonomimizse, dünyanın 17.'si... İyi de, kitap okumada, dünyada 86. sıradayız. Üniversitelerimiz? Çok eleştirirdik. İlk 500'e giremiyoruz diye. Bilhassa 28 şubat günlerinde. Başörtülü kızlar üniversiteye sokulmazken. Şimdi, başörtülü kızlar üniversiteye girdi. Fakat üniversitelerimiz hala ilk 500'e giremedi. Niye acaba? Bilim adamlarımız, hep birbirinin tekrarı, suyunun, suyunun suyu eserler yazdığı için mi? Doçentlik, Profesörlük payesi, yazmayan, çizmeyen, düşünmeyen 'alim'lere bedavadan verildiği için mi? Veya, İslami İlimler sahasındaki hocalarımız, işi gücü bırakmış, bilimsel özgürlüğü unutmuş, birbirlerini sapıklıkla, suçlayıp durdukları için mi? Uzatmayalım, yanlış yoldayız. Ne diyordu Sadi-i Şirazi? 'Ey yolcu, sen bu gidişle Kabe'ye varamazsın. Çünkü tuttuğun yol Türkistan yoludur.'