Yeni Şafak gazetesi yazarı Yusuf Kaplan, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Mustafa İsen'in "muhafazakâr sanat oluşturma yükümlülüğü içerisindeyiz" çağrısını eleştirdi. Kaplan, "modernliğin bir başka versiyonu olduğu için tabansız, köksüz, bu nedenle de kök salamayacak ve bize yeniden ruh üfleyemeyecek bir çağrıdır" dedi. "'Kültürel' sermaye bizde; ama kültürel 'iktidar' biz değiliz" diyen Kaplan, bunun gerekçesini "sağcı, muhafazakâr, ruhsuz, köksüz, maslahatçı 'iktidar' / hükümranlık biçimleri yüzünden" olduğunu dile getirdi.
Yusuf Kaplan'ın "İrfan'ın çocukları ve kültür/ün canavarları" başlığıyla yayımlanan (13 Nisan 2012) yazısı şöyle:
Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Mustafa İsen, "muhafazakâr sanat" çağrısı yapmış! Sayın İsen'e, "günaydın!"; hatta "tünaydın!" diyorum. Sayın İsen'in çağrısının iyi niyetinden kuşku duymuyorum ama "neredeydiniz?" diye soruyorum, Sayın İsen'i de aşacak şekilde; 40 yıldır, 50 yıldır, hatta 60 yıldır, neredeydiniz?
Evet, 60 yıldır "siyasî" olarak iktidardasınız ve ne yaptınız bu ülkede? Neden bir Hasan Âli Yücel çıkaramadınız? Rahmetli Kemal Ilıcak'ın 1001 Temel Eser "devrim"i kadarcık bir kültürel sıçramayı neden gerçekleştiremedi bu ülkeye 60 yıldır hükmeden sağcı / "muhafazakâr" iktidarlar?
Sayın İsen'in çıkışını önemsemek gerekiyor elbette: En azından esaslı bir özeleştiri yapmaya imkân tanıdığı için: Ama korkarım, -kendisi de dâhil-, meseleye buradan bakacak yerde değil hiç kimse? Zaman gazetesinden Nuriye Akman'a verdiği röportajda, böyle bir şey göremedim ben çünkü. Sayın İsen'den 60 yıldır iktidarda olan sağ / muhafazakâr iktidarların etrafında çöreklenen sağ / muhafazakâr entelijansiyanın -en hafif ifadeyle- neden sadece "maslahatgüzarlık" yaptıklarını sorgulamasını beklerdim.
Esaslı bir medeniyet fikrine neden sahip olamadıklarını, bizi neden dünyanın en berbat, en kendi kendini sömürgeleştiren bir eğitim sistemine, kültürel düzenine mahkûm ettiklerini ve nihayet 10 yıldır, bu ülkede neden kültürel devrim yapacak bir kültür bakanı çıkarılamadığını sormasını, sorgulamasını beklerdim.
60 yıldır iktidarda olduklarını ama neden "burada" olamadıklarını, neden sinemada, müzikte, edebiyatta, sanatın bütün diğer alanlarında dalga-kıracak ve dalga-kuracak öncü kuşaklar yetiştiremediklerini sorgulamasını, bunun muhasebesini yapmasını beklerdim öncelikle.
O yüzden -birkaç hafta sürdürmeyi düşündüğüm- bu hayatî meselede, önce sorun'un temel kavramlarını teşrih masasına yatırmak ve Sezai Karakoç'un izini sürerek, meseleyi, en geniş ve en temel zâviyeden, hakikat medeniyeti perspektifinden bakarak ele almak, tartışmak istiyorum.
Bugün, burada mı? Bugün, burada değil; başka yerde: Batı'da. Başka bir deyişle, çağın ruhunu (zeitgeist'ı), tarihin akışını biz belirlemiyoruz. Biz çağın ruhunu belirleyenler tarafından sürgit belirleniyor, yönlendiriliyor ve sürükleniyoruz sadece.
Eğer çağa "giremiyorsak", çağı biz belirleyemiyor ve yönlendiremiyorsak; bugünün burada olmadığını, bizim burada olmadığımızı, kısacası bizim varolamadığımızı ve varedemediğimizi de söylemek ve görmek durumundayız. Bu durumda, söyleyebileceğimiz tek şey, çağın ağlarına ve bağlarına yakalandığımız, çağın ağları ve bağları tarafından çepeçevre kuşatıldığımız gerçeğidir.
Soru şu o hâlde: Bugün, neden "burada" değil peki? Biz burada olmadığımız, çağı biz kur/a/madığımız, bizim çağrımız kuramadığı için elbette.
İyi de, bir çağ fikrine ve çağ kuracak, en azından kendi çağını kuracak bir çağrı'ya sahip miyiz?
Oysa dün, buradaydı: Mekke ve Medine olarak, Basra ve Kûfe olarak, Şam ve Bağdat olarak, Kahire ve Yemen olarak, Timbuktu ve Darüsselâm olarak, Fas ve Tunus olarak, Kurtuba ve İşbiliye olarak, Horasan ve Buhara olarak, Herat ve Lahor olarak, Saraybosna ve Üsküp olarak, Sincan ve Açe olarak, Konya ve İstanbul olarak dün, buradaydı: Dün, tarih burada hayat buluyor, insanlığa buradan hakikatin herkese ruh üfleyen, herkese hayat bahşeden, herkese kendi olarak muamele eden, herkesi kendi olarak, ne'yse o olarak muhatap kabul eden bir hakikat sarayı olarak dün buradaydı: Buradan dünyaya hakikat meşalesini ulaştırıyordu.
Dün, dün'de kaldı; bugüne kalamadı; ben'i biz'de varedecek; biz'i ben'de tezahür ettirecek; zaman'ı mekân'da yaşatacak; mekânı zaman'la, çağ aşan ve çağ açacak hakikati görünür görünmez bütün yönleriyle kucaklayacak bir zaman fikriyle, zamanlar ve mekânlar ötesi bir çağ fikriyle varedecek, hem çağının tanığı, hem de çağının tanıdığı, hem bütün çağların tanığı, hem de bütün çağların tanıdığı kanatlandırıcı bir nebevî solukla her dem bütün varlığı sulayacak, her dem bütün varlığı tohuma durduracak, her dem bütün varlığa taze filizler verdirecek bütün beşerî zamanlara açılabilecek kudsî / aşkın bir zaman tasavvuruyla donanan hakikatin, adaletin ve kardeşliğin yeşerdiği bir pınar olarak hakikat medeniyeti fikrinden yoksun olduğumuz için, bugün, burada değil. Bugün buradan göç etti; bizi de terk etti bugün.
O yüzden perişan vaziyetteyiz bugün. O yüzden burada değiliz. O yüzden varlık içinde yokluk ağrıları çekiyoruz. Derya içreyiz ama deryayı bilmiyoruz. Bilmek de istemiyoruz galiba.
Çağ, kültür çağı. Çağın kültürü, insanı, belki de insanlık tarihinde ilk kez, hayatın dışına iten, insanlığından eden bir kültür. Bir tür "canavar".
Canavarlar âleminde pek bir benzeri olmayan, kendi kendini yok eden bir "canavar" bu. O yüzden olsa gerek, Heidegger, çağın kültürünün bir başka adı olan "teknoloji"yi, "başıboş canavar" olarak tarif etmişti. O yüzden, belki de insanlık tarihinde ilk kez, insan, kültürünü oluşturamıyor; kültür, insanı oluşturuyor. Kendini varedemiyor; yok ediyor yalnızca; hem kendini, hem de insanı ve hakikati.
Sonuçta, çağın kültürü, çağı, yalnızca ağ'a dönüştürüyor: İnsanı, varlığı ve hakikati yutan demirden, çelikten ruhsuz ve ruhsuzlaştırıcı bir ağ'a.
Cemil Meriç'i hatırlayarak, irfanın çocuklarıyız biz, diyorum; herkesi ve her şeyi nasılsa öylece tanıma marifetini hakikat bellemiş bir irfan medeniyetinin çocukları. Yarının burada, yarınla birlikte herkesin burada olabileceği ârifâne bir dünyanın.
İrfanı diriltmeliyiz, diyorum, o yüzden. Hakikatle epistemolojik değil, dün İbn Arabî'nin, bugün de Bediüzzaman'ın hem hayatında, hem de eserinde temsil ettiği hakikatle ontolojik / doğrudan ve doğurgan bir irtibat kurabileceğimiz marifetin çok katmanlı iklimini -tıpkı Sezai Karakoç gibi- yeniden düşüncemizde, sanatımızda ve hayatımızda filizlendirecek uzun soluklu bir yolculuğa soyunmalıyız.
O yüzden, önce, böylesine esaslı bir yolculuğa çıkabilecek bir biliş, oluş ve varoluş çağının çağrısıyla donanmamızı mümkün kılacak nebevî bir medeniyet fikrine sahip olabilmeliyiz: Yarın'ın burada olmasını, herkesin kendi olarak varolabilmesini mümkün kılabilecek hakikat sarayının yeniden inşası için, çağın ağlarından ve bağlarından kurtulmamızı sağlayabilecek hakikat çağının herkesi kendi olmaya çağıran çağrısıyla kuşanarak medeniyetimizin irfan tohumlarını her yerde yeşertebilecek bir biliş, oluş ve varoluş yolculuğuna çıkabilmeliyiz.
O yüzden, "muhafazakâr sanat" çağrısı, tanımı gereği, modernliğin bir başka versiyonu olduğu için tabansız, köksüz, bu nedenle de kök salamayacak ve bize yeniden ruh üfleyemeyecek simülatif bir çağrıdır. Çağı tanımadan, çağın bizi nasıl ağlarına ve bağlarına alıp zihin körleşmesinin, semantik intiharın eşiğine fırlattığını "görmeden", bu yakıcı ve yok edici gerçeği görebilmek için öncelikli olarak kendi idrak biçimlerimizi bihakkın idrak etmeden, hayatın her alanını yeşerten irfan hakikatinin mikro ve makro düzlemlerdeki izdüşümlerinin hâsılası kendi medeniyet dünyamızın ufuklarını keşfetmeden yapılacak bütün sanat çağrıları çağın ağlarına ve bağlarına takılıp kalmaya mahkûm olacaktır.
Bugün, burada değil. O yüzden, zihinlerimiz ve hayatımızın bütün bölmeleri kültürel bakımdan işgal altında. Çünkü pergelimizi şaşırmış vaziyetteyiz.
Kültürde varlık gösteremediğimiz, kültürde varlık gösterebilmek için de herkesi ve her şeyi nasılsa öylece tanımamızı mümkün kılabilecek, herkese hayat hakkı tanıyabilecek, yatay ve dikey eksenleri aynı anda hayata ve harekete geçirecek irfan hakikatimizi keşfedemediğimiz, bize bu kapsamlı irfan hakikatinin güzergâhlarını, dilini ve üstdilini, vasatını ve vasıtalarını, etikasını ve estetikasını, yaratıcı ruhunu ve kurucu iradesini armağan edecek esaslı bir hakikat medeniyeti fikrine ulaşamadığımız sürece yapacağımız bütün tartışmalar kısa devre yapmaya mahkûm olacak ve mevcut algılama, duyma, düşünme ve varolma biçimlerini hem meşrûlaştırmaya, hem de yeniden üretmeye yarayacaktır.
"Kültürel" sermaye bizde; ama kültürel "iktidar" biz değiliz. Olacak iş değil. İyi de neden? Bu sağcı, muhafazakâr, ruhsuz, köksüz, maslahatçı "iktidar" / hükümranlık biçimleri yüzünden elbette.
Çağını kuramayan, kuramayacak bir çağrı bu. Çağını kurabilecek oluş, varoluş ve fikir çilesinden hep kaçmış, "kaçak güreşmiş", "nemalanma peşinde koşuşturmuş", maslahatçılık yapmış sığ ve sığlaştırıcı bir çağrı.
Yarın'ın burada olması için, bizim burada olmamız şart. Biz burada mıyız? Biz kimiz sahi? Bu kimliksizliğimizle, bu pergelimizi şaşırmış hâlimizle mi sanat yapacağız, sinema yapacağız, edebiyat yapacağız?
Aynaya bakalım, nerede olduğumuzu görebiliriz. İyi de aynaya bakacak cesaretimiz var mı? Hesap verebilecek, muhasabe yapabilecek bir cesaretimiz?