Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Merkez Bankası’nın faiz politikası nedeniyle eleştirmesini değerlendiren Yeni Şafak gazetesi yazarı Ali Bayramoğlu, Başbakan’ın otoriterlik eleştirilerine rağmen bildiği yolda ilerlediğini söyleyerek, “Son olarak Merkez Bankası'ya ilgili özerklik, bağımsızlık eleştirileri, hesap verenin kendileri olduğu hatırlatması bu açıdan siyasetin tahakküm iddiası yeni bir veçhe kazandı” dedi.
Ali Bayramoğlu, “Tek cümleyle: Yapılan yanlıştır. Aynı son dönemlerde toplumsal özerkliğin ve farklı talep eğilimlerini asayiş nesnesi görmesinde olduğu gibi... Türkiye'ye ekonomik ve sosyal eşitlenme çabasında, siyasi ve ekonomik istikrar konusunda, yaşam kalitesinin yükselmesinde, sivilleşme sürecinde demokratik açıdan çıta atlatan bir iktidarın, 'yönetim anlayışı konusunda' ülkeyi küme düşer noktaya getirmesi anlaşılır gibi değildir. Ak Parti neden kendi ayağına çelme takıyor...” görüşünü dile getirdi.
Ali Bayramoğlu’nun Yeni Şafak gazetesinin bugünkü (29 Mayıs 2014 ) nüshasında yayımlanan, “AK Parti kendi ayağına çelme mi takıyor?” başlıklı yazısı şöyle:
Temsili demokrasi, seçimle iş başına gelmek ve bundan dolayı sorumluluk taşımak, yani hesap verme mekanizmalarına tabi olmak...
Tüm bunlar demokratik düzenin olmazsa olmazlarıdır.
Diğer ifadeyle 'gerekli koşulları'dır.
Ancak 'yeterli koşulları' değil.
Zira demokrasiler millet iradesine paralel olarak, gücün yine millet adına tek elde toplanmasını engelleyen mekanizmalara sahiptir. Kuvvetleri birbirinden ayrı tanımlar, aralarına mesafeler, dengeler koyarlar, her birini ayrı ayrı denetim cihazlarına tabi tutarlar.
Bu durum, sadece anayasal kurumlar ve tanımlar açısından değil, aynı zamanda sistemin fiili işleyişi, siyasi gücün 'etik ve demokratik sınırları' açısından karşımıza çıkar.
Nasıl?
Çağdaş ve katılımcı demokrasinin kurucu asgari koşullarından en önemlisi 'ayrışma fikri'dir. Bu fikir demokratik düzende, aralarındaki doğal etkileşim ve ilişkiyi varsayarak, toplumsal, kültürel ve ekonomik alanların siyaset, özellikle siyasi iktidar karşısında özerk olması üzerine oturur.
Kurumsal dengelerin, uygulamaların, zihniyet kalıplarının ve etik kuralların ayrışma fikrine dayanması, ayrışmayı koruma altına alması, hatta ilke kılması çoğulculuk ve katılımcılığın temel esaslarındandır.
Demokrasiler ayrışma fikrini bunun için esas alırlar.
Ayrışma fikri hiçbir şekilde milli iradeyle çelişmez, tersine 'güç yoğunlaşmasını' engelleyerek, toplumsal katmanları karar süreçlerine dahil ederek, onu tamamlar ve pekiştirir.
Bu mantık, siyasi iktidara kuralları koyma gücünü, regülasyon ilkelerini belirleme imkanları, özerk çalışacak dokuları şekillendirme imkanını verir.
Buna karşılık kimi alan ve durumlarda bu kuralların uygulanmasında siyasi iktidarı kenarda tutar. Bu yolla popülist ve faydacı siyasi hamlelerle tabi dengelerin bozulmaması hedeflenir.
Kuvvetler ayrılığı, basın özgürlüğü, yerel kararlarda katılımcı özerklik gibi somut örnekler malum.
Ama fazlası var...
Pek çok ülkede Merkez Bankası böyle bir özerk yapıyı ve özerk durumu ifade eder. RTÜK, TİB, BBDK gibi bağımsız idari yapılar ile siyasi irade arasında mesafe olmasının temel nedeni, radyo televizyonun, iletişimin, para emisyonunun rekabetçi ve adil regülasyonu, kamu yararı, siyasi gücün olumsuz etkileri gerekçelerdir. Mesafenin karşılığı özerkliktir.
Özerklik eksikliği oldum olası Türkiye'nin en önde gelen sorunlarından birisidir.
Özerklilik fikrine ve işleyişine karşıtlık kah milli güvenlik adı altında vesayet aktörleri, kah 'partizanlık' adı altında siyasi aktörler hakim olmuşlardır.
Bu durum siyasi hareketleriyle, hatta devlet zihniyetiyle toplulukçuluğa dayanan sosyal dokumuz tarafından beslenmektedir.
Elbet kimi kırılmalar yaşadık.
İşin özellikle siyasetle, popülist siyasi uygulamaların tahribatıyla ilgili kısmı 1999 ve 2001'deki ağır ekonomik iflas halinden sonra, 'yeni ekonomi yönetimi ilkeleri' ve 'bağımsız idari kurullarla' denetim altına alındı.
AK Parti de ekonomik açıdan özellikle Merkez Bankası politikaları açısından bu kurallara uydu.
Ama hepsi o.
Diğer bağımsız idari yapılar son 10 yılda adım adım siyasi iktidar karşısında özerkliklerini kaybetmişler, siyasi iktidar bu kurullar üzerinden tüm alanlara müdahale etmiş, kaynak transferlerini yönetmiş, liyakat mekanizması yerini sadakat ilişkilerine bırakmış ve sistemin kurumsallaşma düzeyi aşağıya seyretmeye başlamıştır.
Siyasetin tahakkümü ve iktidarın kişileşmesi biraz da bu gelişmenin marifetidir.
Bugün Türkiye'de yapılan otoriterlik tartışmalarının en ele gelir noktası da burasıdır.
Siyasi iktidar, özellikle başbakan bu konudaki tüm uyarılara ve eleştirilere rağmen bildiği yolda ilerliyor.
Son olarak Merkez Bankası'ya ilgili özerklik, bağımsızlık eleştirileri, hesap verenin kendileri olduğu hatırlatması bu açıdan siyasetin tahakküm iddiası yeni bir veçhe kazandı.
Tek cümleyle: Yapılan yanlıştır.
Aynı son dönemlerde toplumsal özerkliğin ve farklı talep eğilimlerini asayiş nesnesi görmesinde olduğu gibi...
Türkiye'ye ekonomik ve sosyal eşitlenme çabasında, siyasi ve ekonomik istikrar konusunda, yaşam kalitesinin yükselmesinde, sivilleşme sürecinde demokratik açıdan çıta atlatan bir iktidarın, 'yönetim anlayışı konusunda' ülkeyi küme düşer noktaya getirmesi anlaşılır gibi değildir.
Ak Parti neden kendi ayağına çelme takıyor...