Yervant Dink: Abim beni çok yıkadı, bense onu bir kez...

Yervant Dink: Abim beni çok yıkadı, bense onu bir kez...

19 Ocak 2007’de genel yayın yönetmeni olduğu Agos’un önünde vurularak öldürülen gazeteci Hrant Dink’in adını taşıyan kitap, yakınlarının kara haberi aldıkları anla başlıyor. Salı günü Everest’ten çıkacak Dink biyografisi “Khent (delifişek) Hrant” ile “Baron (hoca, usta) Hrant” adlı iki bölümden oluşuyor.

Bir akşam Açıkhava Tiyatrosu’nda bir konsere gider Hrant Dink. Onun deyişiyle “Türkiye’nin tarihine ve bugününe sığmış tüm kökenler kendi kültürlerini yansıtan müzikleriyle ve oyunlarıyla art arda resmigeçit” yapar sahnede. Türk’ü, Rum’u, Yahudi’si, Çerkes’i... Çok sever, çok da heyecanlanır. Ama program ilerledikçe sevinci kursağında kalır: “Biz Ermeniler yokuz bu bahçede” diye yazar, Agos’taki köşesine: “Yazık çok yazık! Adam mı bulamadılar yoksa? Ben çıkar söylerdim be! diye haykırmak istiyorum oracıkta. Kalabalığa bakıyorum. Herkes mutlu... Ya ben? Ben yalnız. Yürüyorum kırgın adımlarla.”

Yürürken mısralar, nağmeler dökülür dudaklarından. “Firkatin aldı bütün neşe vü tabım bu gece” diyen Bimen Şen’i düşünür. Göğüs kafesini zorlayan ut sesleri arasından “Gamzedeyim deva bulmam” derken Tatyos Efendi, gözünün yaşını akıtır geceye. “Kimseye etmem şikâyet ağlarım ben halime” diyen Kemani Serkis Sucuyan Efendi kadar Dink’in kendisidir de aslında... Tuba Çandar’ın 14 Eylül’de Everest Yayınları’ndan çıkacak “Hrant” adlı kitabı, 19 Ocak 2007’de katledilen Dink’in, o gece Açıkhava’da duyamadığı sesleri bir araya getiriyor; duyduklarını, sevdiklerini de ekleyerek elbet. Onu Hrant Dink yapan tüm sesleri özetle...

Sahnede devasa bir senfoni orkestrası var. Süslü bir benzetme olsun diye değil bu. “Hrant”, senfonik bir biyografi gerçekten de... Alışık olduğumuz biyografilere benzemiyor. Tanrı yazar, kalemini dev bir orkestraya, Hrant’ın en yakınlarına veriyor; onlar anlatıyorlar arkadaşlarını, hâlâ yanan canlarının acısını...

Kitap “Khent (delifişek) Hrant” ve “Baron (hoca, usta) Hrant” adlı iç içe iki kitaptan oluşuyor. İlk kitapta Dink’in doğumundan başlayarak Agos’u kurmasına kadarki dönem; ikinci kitapta gazeteci ve düşünür olarak ölümüne değin süren kimlik mücadelesi yılları yer alıyor. Olağanüstü bir orkestrasyonun seslerini harf harf kâğıda döküyor Tuba Çandar...

Kitap Koro’nun sesiyle bitiyor: “Bildiğimiz ‘Diaspora büyük bir Anadolu köyüdür’ diyen Hrant büyük bir Anadolu köyü olan kalbimizin hangi tepesinde gömülü olmak istediyse, oradadır bugün.Toprağın altında ve üstündedir. Uçmuş çatıların, sesleri kaybolmuş sokakların içindedir. Adı vicdan olan her yerdedir...”

Ölüm haberini böyle aldılar

YERVANT (LEVENT) DİNKBacağına ateş ettiler diye geçti kafamdan(...) 19 Ocak günü müthiş bir sıkıntı vardı burada. Televizyon kapalıydı, başım tutmuştu. Ne olduysa, çocuklardan bir tanesi geldi. Açtı kapıyı. Ben de o esnada ayaktaydım, kapının yanındaydım. Duydun mu abi, dedi. Neyi, dedim. Televizyonda geçmiş, dedi. Ulan ne geçmiş, dedim televizyonda. Aç bakayım şu televizyonu, dedim. Altyazı geçiyordu. Suikast teşebbüsü gibilerinden bir şeyler diyordu. Eyvah, biri bunun bacağına ateş etti diye geçti kafamdan. Dev cüssesiyle yıkılmaz, dedim içimden. Koştum, bir taksiye atladım. Baktım yol tıkalı, indim taksiden. Koşmaya başladım.Yolun tıkanıklığından anladım ki öyle bacak macak değil... Agos’a geldiğimde baktım, yerde yatıyor koca adam...

Rakel Dink ve “çutağım” (kemanım) diye seslendiği Hrant Dink.HOSROF (ORHAN) DİNK‘Vurdular’ lafı çınlıyordu kulağımda(...) 19 Ocak günü dükkândaydım gene. O son “Güvercin Tedirginliği” yazısını öğlen saatlerinde okudum. Yazı beni böyle aldı, çarptı. Yüreğim içimden fırlayacak gibi oldu. (...) Üçü bir iki dakika gece bir telefon bağladılar. “Baron‘u vurdular!” diyordu bir ses. O an telefonu yere attığımı hatırlıyorum. Başka bir şey yok... Karanlık... Çığlıklarla kendime geldim. Beşinci kattan aşağı koşarak indim. “Vurdular...” lafı çınlıyordu kulağımda. Hemen Agos’a gidip abimi kurtaracaktım. Bir taksiye atladım, Osmanbey’e, dedim şoföre. Sahile çıktık. Radyoyu açtırdım. İşte o zaman duydum öldüğünü.

Çocukları DELAL (BAYDZAR) DİNKİnanamıyordum ‘Hayır’ diye çığlık atıyordum(...) 19 Ocak günü Brüksel’deki işyerimdeydim. Bilgisayarımın başında çalışıyordum ama kendimi iyi hissetmiyordum. Hatta çalışma arkadaşlarımdan biri, çok kötü görünüyorsun, evine gidip dinlensene, dedi. Onu bile yapacak halim yoktu. O sırada Guillaume geldi yanıma; gözleri dolu doluydu. Titriyordu. Bir şey konuşmam lazım seninle, dedi. O önden gitmeye başladı, ben de arkadan... İşte o an bir şey oldu. Zaman yavaşladı. Sonra da dondu. Guillaume koridordaki boş odalardan birine soktu beni. Kapıyı kapattı ve “Baban...” dedi. Yok diye bağırdım. Sus! Bir şey söyleme, dedim. Vurulmuş, dedi. Hayır diye bağırıyor, susturmaya çalışıyordum onu. Sustu... Hastanede miymiş? Kurtulmuş değil mi diye sordum sonra. Ölmüş, dedi. İnanmıyordum. Hayır diye çığlık atıyordum.Baktı gerçekten inanmıyorum, çıkarıp Hürriyet‘in internet sayfasını gösterdi bana... Orada okudum. Babamın öldürüldüğünü yine o Hürriyet gazetesinin haberinden öğrendim... İnandım.

ARARAT (ARAT) DİNKKoştum, koştum... Yerde yatarken gördüm Acayip bir trafik var. Dolapdere’ deydik. İndim artık, çünkü ilerlemiyor trafik. İnerken 100 lira attım taksiye. Yokuştan yukarı koşmaya başlamıştım ki, birden fark ettim ki, babamın öldüğünü kabul etmiş gibi davranıyorum. Yok, ölmüş olamaz, dedim. Geri döndüm ve paranın üstünü istedim şoförden. O 100 lirayı bıraksaydım, babam ölmüş gibi davranmış olacaktım. Kabul etmiş olacaktım. Gittim ve paranın üstünü aldım. Koştum, koştum... Sonra, işte yerde gördüm babamı. Yok yok, önce görmedim de... Dışardan görünmüyor zaten. Oraya ilk vardığımda, polis kordonu falan... O anda babamı hâlâ orada sağ görürüm hissine kapıldım. Daldım polislerin arasından, bırakmazlar, iki saat konuşurlar şimdi, sorular sorarlar falan. Daldım hızla aralarından. Yardım kordonu. Kapıya doğru ilerlerken, işte o zaman gördüm babamı... Yerde yatarken gördüm.

SERA DİNKTelefonu çalıyor ama cevap vermiyordu

Taksim’de arkadaşlarımla yürüyordum. Kızlardan birisinin telefonu çaldı. Telefonu açtı ve karşıdaki sesi dinlerken bembeyaz kesildi. Bunu görünce elim içgüdüsel olarak kendi telefonuma gitti. Babamı aradım, çünkü yolunda gitmeyen bir şey varsa, hep babamı ararım ben. Telefon çalıyor ama cevap vermiyordu. İşi vardı babamın herhalde, duymuyordu. Birazdan aradığımı görüp bana geri döner diye düşündüm. Sonra arkadaşlarım beni Agos’a götürdüler. Gazetenin önünde kalabalık toplanmıştı... Yerde birisi yatıyordu. Ben alışmışım bir kere, son sözü hep ondan duymak isterim. Elim telefona gitti yine. Telefonla babamı aradım ki bana olanları anlatsın ve kendisinin iyi olduğunu söylesin, böylece içim rahatlasın ama yine cevap vermedi.Telefonu kapatmamla yerde yatan kişinin babam olduğunu anlamam bir oldu... Sonrası yok...

Dink Ailesi torun Nora’nın vaftiz töreninde.

Eşi RAKEL DİNK

Kanını gördüm kaldırımın üzerinde

Sabah saat on buçukta evden ayrıldı diye hatırlıyorum. Her zamanki gibi az da olsa yaptı kahvaltısını. Ayrılırken biraz keyifsizdi. Bir şey takılmıştı kafasına. Öperek yolcu ettim. Üzülme, dedim, çok da önemli değil bu sıkıntılar. Akşama döndüğünde geçer, dedim. Önemli olan varlığımız, gibi bir şeyler söyledim. Böyle bir konuşma oldu aramızda.Sonra o işine gitti. Benim de dua toplantım vardı, oraya gittim. (...) Telefon çaldı. Oğlum, mama nerdesin? Dua et, diyordu. Sesi titriyordu. Dedim oğlum, sen nerdesin, orada kal ki ben geleyim. Kendisine bir şey oldu sandım. Yok bir şey mama, sen dua et...

Onun telefonu kapandı, Sera aradı. Mama, babam, dedi. (...) Evdekilere de bağırıyorum. Kimse bana engel olmasın. Agos’a gideceğim. Benimle gelmek isteyen varsa gelsin diye. İki arkadaşımla bindik taksiye. O yol da bir türlü bitmek bilmedi. Gittimse Ararat’la Sera’yı orada gördüm. Orada sarıldım onlara.

İnsanoğlu çok garip! O an çocuklarımın boynu bükük artık diye düşündüm. Eziklik, babasızlık, kanatlarının kırılmış olduğu... Böyle düşünceler üşüştü zihnime. Bu düşünceler içinde sarıldım onlara.Ben gittiğimde eşimi kaldırmışlardı. Kanını gördüm kaldırımın üstünde. Sonra hep üzüldüm, niye uzanıp oraya, yanına yatmadım diye. Sonra hep üzüldüm... Çıkarken Agos’tan, baktım orayı sabunla suyla yıkıyorlar. Temizlemeye çalışıyorlar. Sanki temizlenirmiş gibi. Suyla sabunla temizlenir mi dökülmüş kan?

Hosrof, Hrant ve Yervant Gedikpaşa Protestan  Kilisesi’nin yetimhanesinde..

Balıkçı sepetinde üç kardeşHRANT: En eski anım...

Hatırladığım en eski anım, evden kaçan ve sokaklarda kaybolan üç çocuk... Anasından babasından kaçan üç kardeş... Hep kavga ederdi annemle babam. O gün de anam camdan bağırıyordu, babanıza gidin diye. Babam da, ananıza gidin, diyordu. Biz arada kalmıştık. Ne olduysa artık, birden yokuştan aşağı koşmaya başladım. Kardeşlerim de yanımda. Kumkapı sokaklarında bir aşağı bir yukarı koştuk, koştuk, koştuk... Bu ne kadar sürdü bilmiyorum. Sonunda polis buldu bizi. Kumkapı’daki balıkçı barınağında... Bir balıkçı sepetinde... Üçümüz birbirimize sarılmış, uyumuşuz orada. Aç ve susuz tabii. Üç gün sonraymış, dediler. Meğer biz ortadan kaybolunca polisi haberdar etmişler. Ben yedi yaşındaydım. Hosrof beş, Yervant da iki... En eski anım budur işte...

YERVANT: Abim beni çok yıkadı, bense onu bir kez...

(...) Ahcik Ninem (Hrant Dink’in anneannesi) o sıralar İstanbul’dadır. Kızının ve bizim perişan halimizi görünce, kalkar Gedikpaşa Protestan Kilisesi’ne gider. Yetimhane Müdürü Hrant Küçükgüzelyan’a, “Torunlarımı yetimhaneye al, yoksa sokaklarda başıboş serseri olacaklar” der. “Alamayız, yerimiz yok,” cevabını alır. (...) Sonra Küçükgüzelyan’ın kendi annesi bizim bu balıkçı sepetinde yatma olayını duyar, gider başkana, Kumkapı’da üç Ermeni çocuğun sokaklarda yatıp kalktığını söyler. Bunun üzerine başkan, çocukları getirin diye haber salar. Başlangıçta bir tek Hrant’a bile hayır derken, üçümüzü birden kabul eder.  (...) Daha ilkokul yıllarından itibaren beni koruyan, kollayandı Hrant.

Bana sahip çıktığını hiç belli etmezdi. Mesela, daha önce anlattığım o çiş hikayesinde, benim çarşafımı kendi çişli çarşafıyla değiştiren çocuğu Hrant sıkıştırmış ve itiraf ettirmiş ona. Ben bunu yıllar sonra o kişiden dinleyip öğrendim. Ama abim hiçbir zaman anlatmadı bunu bana.

Benimle ilgilenmez gibi yaparak ilgilenirdi. Daha uç yaşında olduğum için herhalde, bunu çaktırmadan yapardı. Benimle daha çok yemekhanede, çamaşırhanede çalışan kadınlar ilgilenirdi o zamanlar.Ama hamam günleri Hrant yıkardı beni, çünkü ben başkasına müsaade etmezdim. Abim beni çok yıkadı, bense onu bir kez... 23 Ocak 2007’de...

(Filiz Aygündüz - Milliyet - 11 Eylül 2010)