Prof.Dr. Öner Günçavdı*
Son zamanlarda FED politikasındaki değişime paralel olarak uluslararası piyasalarda meydana gelen daralmadan Türkiye ekonomisinin etkilenmemesi düşünülemezdi. Ucuz ve kolay dövizelde etme imkanlarıortadan kalkarken, merkez bankasının yerel likiditeoluşturmak için kullanacağı döviz varlıklarının da,en azından eskisi kadar kolay elde edilemeyeceği anlaşılması gerekmektedir.
Benzer şekilde, mali kesimin kredi oluşturmasına kaynaklık eden döviz akımlarında ortaya çıkacak böyle bir yavaşlama, özel sektör açısından da ucuz ve bol kredi oluşturma sürecinin sonuna gelindiğine işaret etmektedir. Buradan yola çıkarak,Türkiye ekonomisininbundan sonra izleyeceği bir yüksek likidite ve düşük faiz politikasının, sahip olunanve miktarı giderek daha da azalacağı anlaşılan döviz miktarına daha da bağımlı hale geleceği görülmektedir. Ancak bu döviz miktarın arttırılamadığı hallerde de,istenilen kredi genişlemesinin kurlarda meydana gelecek artışlarla mümkün olabileceği anlaşılmaktadır. Geçmişte yaşadığımız düşük faizlerin dünyadaki likidite bolluğunun bir sonucu olduğu düşünülürse, elbette ortaya çıkan yeni dünya konjonktüründe düşük faiz politikasında ısrarcı olmanın, aynı zamanda güçlü TL’den vazgeçme anlamına geleceği unutulmamalıdır.
Dünya ekonomisindeki gelişmeleri merkez bankası açısından değerlendirmeye tabi tutarsak, ortaya çıkan bu gelişmelerin Türkiye ekonomisine yansımalarının ne yönde olacağını çok daha kolay görebiliriz. Siyasi otoritenin büyüme oranındaki düşüşleri kontrol edebilmesinin bir aracı olarak kurguladığı düşük faiz uygulaması, elbette ekonomide likidite arzının yüksek olmasını gerekli kılacaktır. Bu likiditenin oluşturulacağı ve düzeyinin idare edilebileceği yer merkez bankasıdır. Yüksek likidite ve beraberinde oluşacak düşük faiz, ancak merkez bankası varlıklarında gerçekleşecek bir artış ile mümkündür.
Merkez bankası varlıklarındaki böyle bir artışın belli başlı iki kaynağı vardır. Bunlardan ilki TL varlık satın alımıdır. Diğer bir deyişle merkez bankası yerel mali kesimden ve/veya hazineden varlık alımı yaparak,ihtiyaç duyulan likiditeyi sağlayabilir. Ancak bu şekilde sağlanan likidite kısa dönemde üretimden ziyade harcamalara ve ağırlıklı olarak da ithal mallara yönelirse, zaten var olan cari açık probleminin daha da kötüleşmesi mümkündür. Dahası artan ithalata rağmen,ticarete-konu-olan mallara yönelik talep sınırlı düzeyde kalırken, likiditenin çok daha büyük kısmı inşaat ve perakende ticarette olduğu gibi ticarete-konu-olmayan mallara yapılan harcamaların finansmanında kullanılabilir.
Bu da iki mal grubu arasındaki nisbi fiyatların ikincisi lehine gelişmesine ve ekonomiye mal ve hizmet arz edenler için inşaat ve perakendecilik gibi sektörlerin daha cazip hale gelmesine neden olur. Nisbi fiyat yapısında bu şekilde meydana gelen çarpıklıklar, ekonomideki kaynak kullanım tercihlerinin ticarete-konu-olmayan ve ülkeye döviz kazandırma kabiliyeti son derecede düşük olan sektörlere yönelmesi sonucunu doğurur.Böyle bir inatlaşma sonucunda ortaya çıkan bu durum çevremizde daha çok AVM, daha çok “mega” proje fikirleri ve daha çok konut ve rezidans inşaatı görmek anlamına gelecektir.
Ekonomideki likidite artışı doğrudan kamu kesimi harcamalarının finansmanı için arz edilen varlıkların alımıyla gerçekleşirse, zaten bıçak sırtı bir durumda olan kamu kesimi mali dengesinin bozulmasınıyla karşı karşıya kalınacaktır. Bu şekilde yapılacak kamu harcamalarının finansmanı ülkenin üretim kapasitesine sınırlı ölçüde etki edeceği için,enflasyonist bir sürecin oluşması neredeyse kaçınılmaz olacaktır.
Likidite artışı sağlamak için merkez bankasının kullanabileceği ikinci yol, döviz cinsinden varlık satınalmaktır. Günümüz Türkiye ekonomisinde satın alınabilecek döviz varlık stokundaki artışın en önemli kaynağını ihracat gelirleriyle, ülkeye giren sermaye miktarı oluşturmaktadır. Ülkenin ihracat potansiyelinde son yıllarda önemli gelişmelerin yaşanmadığı düşünülürse, kısa dönemde Türkiye’ye yönelen sermaye akımlarının ülkenin döviz varlıklarının en önemli kaynağını oluşturduğu anlaşılır. Değişen dünya konjonktürüne rağmen, hala faizleri düşük tutmakta ısrar eden ve bunun için likidite düzeyini arttırmaya çalışan merkez bankasının satınalacağı döviz varlık miktarı ülkeye yönelen sermaye akımları tarafından belirlenecektir. Bu sebeple, oluşturulacak likiditenin karşılığı olan mevcut döviz varlıkların TL cinsinden değeriarttırılırken daha çok döviz fiyatının, yani kurun yükselmesi gerekecektir. Buradan yola çıkarak, sermaye akımlarının azaldığı bir ortamda, ekonomideki likidite düzeyinin attırılabilmesi giderek daha çok kur artışı yoluyla mümkün olacaktır.
Dikkat edileceği gibi dünya ekonomisinde son zamanlarda görülen likidite daralması, Türkiye gibi ülkelerin yerel likiditelerinin finansmanı için gerekli dövizde azalmayı beraberinde getirmektedir. Bu koşullarda faizleri artmasını engellemek için likidite düzeyinin azalmasına rıza göstermemek,kur üzerinde baskının giderek artması ve TL’nin de zaman içinde değer kaybetmesi sonucunu doğuracaktır. Böylece Yiğit Bulut’un başbakana yaptığı tavsiyenin ekonomiye maliyeti yüksek kur ve beraberinde meydana gelen enflasyonşeklinde ortaya çıkacaktır.
Bu aşamada yapılması gereken,ekonominin oluşan dış şartlara uyumunu sağlamaktır. Öncelikle dünyada daralan likiditeye bağlı olarak, yerel düzeyde de likidite düzeyinin azalmasına izin verilmelidir. Elbette bu yönde gerçekleştirilecek bir miktar ayarlaması, beraberinde büyüme oranında azalmaya rıza göstermek anlamına gelecektir. Daha düşük büyüme ve beraberinde daha düşük likidite talebinin oluşması, merkez bankası gibilikidite oluşturan kurumlar üzerinde oluşabilecek talep baskısının da azalması sonucunu doğuracaktır. Zira likidite talebinin azalması merkez bankasının daha dengeli ve oluşan yeni dünya şartlarıyla daha uyumlu bir likidite idaresi icra edebilmesine olanak sağlayacaktır. Bu yeni varlık idaresi, belli ölçüde TL’nin değer kaybetmesine izin verilmesini içerecek; aynı zamanda dünyada azalan dövizin maliyetindeki artışların, yerel piyasalardaki aktörler tarafından da algılanabilmesine imkan verecek yönde olacaktır. Elbette döviz varlıklarının satınalma maliyetinde gözlemlenen bu artışlar neticesinde döviz varlıklarının karşılığı olarak oluşturulacak yerel likiditenin de maliyetininartmasıgerekecektir.
Dünya ekonomisinde mali kaynakların artan maliyetleri, merkez bankasının daha rasyonel bir likidite idaresi yoluyla ekonomi genelinde kaynak kullanım maliyetlerini arttırmasına zemin oluşturmuştur. Böylece içte ve dışta oluşan yeni koşullar ekonomideki kaynak kullanım tercihlerinin yeniden yapılanmasını sağlayıp, bu tercihlerin yeni dünya koşullarıyla uyumlu olmasını temin edecektir. Bunun aksi yönde bir kaynak kullanım tercihini ve bu tercihi haklı kılacak likidite yönetim politikasını merkez bankası ve diğer mali kurumlara empoze etmek, etkileri uzun dönemde çok da kalıcı olmayan birtakım kazanımlar sağlarken, orta ve uzun vadede Türkiye ekonomisinin geneli için tahrip edici sonuçların doğmasına yol açacaktır. Geçmişteki benzer örneklerde olduğu gibibu tahribat, ekonominin yeni bir likidite ve finansal krize girmesi şeklinde oluşabilir. Bu iktisadi süreçin böyle sonuçlanmaması,siyasi karar alıcılarınbugün geçmişte olmadığı kadar çok siyasi sorumluluk ve vizyon sahibi olmalarına bağlıdır.
Bu imkan ve kısıtlarımız altında hedeflenen iktisadi faaliyetlerin boyutunda herhangi bir ayarlama yapılmazsa, ihtiyaç duyulan likiditenin oluşturulmasında, merkez bankasının çok fazla hareket alanının kalmayacağı açıktır. Bu şartlarda önümüzdeki dönemde geçmişe göre daha düşük büyüme ve daha düşük cari açık ile nisbeten daha yüksek faiz ve yükselen bir kur süreciyle karşılaşmamız çok da sürpriz olmayacaktır. Ancak bahsi geçen temel fiyatlardaki artışların boyutu bir yandan dünyadan gelecek negatif şoklara, diğer yandan da kamu maliyesindeki dengelerin siyasilerce ne ölçüde gözetildiğine bağlı olarak gelişecektir.