Hürriyet yazarı Taha Akyol, Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi'nde (AKPM) “Türkiye’de demokratik kurumların işleyişi” konulu düzenlenen oturumda çıkan "Türkiye yeniden denetim sürecine alındı" kararıyla ilgili olarak "Eylül 2004’te son pürüzler aşılmış, Türkiye’nin 'denetimden çıkacağı' ve “tam üyelik müzakerelerinin” başlayacağı açıklanmıştı" hatırlatmasında bulundu. "Dışişleri Bakanı Abdullah Gül tam üyelik müzakerelerinin başlaması için 17 Aralık 2004’teki AB zirvesinde karar alınacağını açıklıyordu" diyen Akyol, "Borsa rekor kırıyor, dolar düşüyordu. IMF 'Türkiye kaplan ekonomi olma yolunda' diyordu" ifadesini kullandı.
Taha Akyol'un "AB ile 13 yıl" başlığıyla yayımlanan (26 Nisan 2017) yazısı şöyle:
2004 yılıydı, AK Parti iktidardaydı, Başbakan Tayyip Erdoğan’dı, izlenen politika AB yönündeydi.
AB kıstaslarına uygun reformlar yapılıyor, Batı basını Türkiye’yi göklere çıkarıyordu. Eylül 2004’te son pürüzler aşılmış, Türkiye’nin “denetimden çıkacağı” ve “tam üyelik müzakerelerinin” başlayacağı açıklanmıştı. AB Komisyonu Başkanı İtalyan Prodi ve Genişlemeden Sorumlu Verhogen Başbakan Erdoğan’ı kutluyor, birlikte “aile fotoğrafı” veriyorlardı.
Dışişleri Bakanı Abdullah Gül tam üyelik müzakerelerinin başlaması için 17 Aralık 2004’teki AB zirvesinde karar alınacağını açıklıyordu. Borsa rekor kırıyor, dolar düşüyordu. IMF “Türkiye kaplan ekonomi olma yolunda” diyordu. Gerçekten, AK Parti iktidarı döneminde Türkiye’ye 600 milyar dolar yabancı sermaye girecekti! Hukuk ve demokrasi alanlarında da çok önemli gelişmeler olacaktı. En önemlisi Anayasa’nın 90. maddesinde, uluslararası hukukun üstünlüğünün kabul edilmesiydi: Artık hak ve özgürlüklerin ölçüsü AİHM kararları olmalıydı. Başbakan Erdoğan da haklı olarak 2011 hükümet programında “Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra en büyük modernleşme hamlesi olan Avrupa Birliği’ne katılım süreci” tanımını yapıyordu.
Avrupa ile ilişkilerimiz kabaca son beş yılda adım adım bozuldu. Bunun Avrupa ile ilgili sebepleri var, Ankara ile ilgili sebepleri var. AB genişleme dinamizmini kaybetti; cazibesi azaldı. Otoriter sağ ve İslamofobik hareketlerin güçlenmesi de ilişkileri olumsuz etkiledi. Suriye krizi ve Türkiye’nin yüklendiği ağır göçmen yükü karşısında Avrupa’nın duyarsız kalması ve özellikle bencilce davranması Ankara’daki hayal kırıklığını derinleştirdi. Türkiye’ye yöneltilen otoriterleşme eleştirilerinin resmi ve hukuki raporlara geçmesi Ankara’nın tepkisini artırdı. 15 Temmuz hainane darbesinde Avrupa Türkiye’ye herhangi bir ülke gibi davrandı; beklediğimiz desteği göremedik. Avrupa’yı bu yüzden Thorbjorn Jagland da eleştirdi. Ankara ise 2011’den sonra “Arap Baharı”nın yarattığı atmosferin de etkisiyle son yıllarda “Avrupa dili” yerine başka bir dil kullanıyor. Sonunda AB için “Haçlı ittifakı” da denildi. Ekonomik rasyonalizmle konuşan Mehmet Şimşek ve Nihat Zeybekci ile siyasi rasyonalizmle konuşan Ömer Çelik’in beyanları umumi gidişatı etkileyemedi.
Ankara’nın en önemli hatası, AB ile ortaya çıkan gerçek sorunları diplomatik kanallarda tutmak yerine, aleni suçlamalarla yaygınlaştırmak oldu. Bu, Batı basınını körükledi. Halbuki Ömer Çelik’in dediği gibi “Avrupa’da Türkiye’nin dostları da var.” Raporlardaki yoğun eleştirilere rağmen 45 üye “Türkiye stratejik ortağımızdır, Türkiye’yi kaybetmeyelim” gibi rasyonel gerekçelerle karar aleyhine (Türkiye lehine) oy kullandı. Türkiye AB ile olan sorunları diplomasi kanallarının içinde tutarak, bu rasyonel çevrelerle, ılımlı sağ ve ılımlı solla ilişkileri geliştirmeye büyük önem vermeliydi. AKPM kararında Türkiye demokrasiden uzaklaşan, insan hakları ihlalleri yaygınlaşan bir ülke olarak gösteriliyor. Dışişleri açıklamasında bunun “terör örgütlerine hizmet edeceği” belirtiliyor. Bu vahim gerçeği hem Avrupa hem Ankara iyi düşünmelidir. Ben de bir yıl önce “yasakların ağırlaştığı bir ülke görüntüsü terör örgütlerinin siyasi ekmeğine yağ sürer” diye yazmıştım. (17 Mart 2016) Evet, karar çok ağırdır, elbette sert dille tepki gösterilmeli. Fakat kriz bir noktada dondurulmalıdır. AB ile Türkiye ilişkilerinin daha da bozulması “terör örgütlerine daha fazla hizmet edecek”, Türkiye’nin aleyhine olacaktır. Buna meydan vermeden süratle “diplomasi” yoluna girmek ve demokrasi standartlarımızı yükseltmeye başlamak milli bir sorumluluktur.