Osmanlı döneminde sinemanın nasıl ortaya çıktığını anlatan, dönemin atmosferinden, görsel kaynaklardan, belgelerden yola çıkan “Bırak Çocuk Oynasın” belgeseli, sinema tarihine yeni bir bakış açısı sunuyor. Belgeselin yönetmenliğini yapan Atalay Taşdiken, Türk sinema tarihinin, yıllardır kısır bir soru üzerinde tüketildiğini söyleyerek, "Bu belgeselden sonra açık ve net söylemek lazım ki, sinema tarihinin miladının değiştirilmesi lazım. Osmanlı’da sinema diyorsak Osmanlı pasaportu taşıyan Fuat Uzkınay’dan önce sinema yapanların tarihini geriye taşımalıyız" ifadesini kullandı.
Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü’nün katkılarıyla hazırlanan projenin yapımcılığını At Yapım üstleniyor. Yönetmenliğini Atalay Taşdiken ile Hacı Mehmet Duranoğlu, seslendirmesini ise Saadet Özen yapıyor. Belgeselin başında “Suretlerimiz bizden daha uzun yaşıyor, üstelik onlarda bizde olmayan bir özellik var. Suretler çoğaltılabiliyor. İşte bu nedenle kaybolsalar bile günün birinde hiç beklenmedik bir yerde yeniden karşımıza çıkabiliyorlar. Bazen izbe bir yerde, bir depoda. Bazen bir çekmecede. Bazen dünyanın herhangi bir yerinde filmlerin saklandığı bir arşivde. Ve karşımıza geçip sessizce seyrediyorlar bizi” sözleriyle anlatıyor arşivlerin değerini.
Prof. Dr. Meral Serarslan’ın danışmanlığında hazırlanan belgesel için arşiv filmleri, fotoğraf, efemera, benzeri görsel malzeme, birçok yerli ve yabancı arşivden yararlanılmış ve alanında uzman isimlerle röportaj yapılmış. 1895’te Fransa’da ortaya çıkan ve sonraki yüzyılın sanat anlayışını değiştiren sinema teknolojisinin Osmanlı coğrafyasına adım attığı yıllarda yaşananlara dair görsel materyallerle bir araya getirilerek bir yıllık sürede hazırlanan ‘Bırakın Çocuk Oynasın’, sinema tarihini yeni bir gözle görmemizi sağlayacak.
Habertürk'ten Ekin Türkantos'un sorularını cevaplandıran filmin yaratıcıları Atalay Taşdiken, Hacı Mehmet Duranoğlu ve Saadet Özen’denin yanıtları şöyle:
“Bırakın Çocuk Oynasın” kurgusuyla ve hikâyesiyle ilginç bir belgesel. Çıkış noktası neydi?
Atalay Taşdiken: Hacı Mehmet’in tez konusu sinema tarihiydi. İçine girince bunu bir belgesel çalışmasına dönüştürmek istedik. Saadet’in uzun yıllardır sinema tarihi araştırmaları da cesaretimizi artırdı.
“Osmanlı’da sinema”yı anlatan kapsamlı bir belgesel olmaması, Türk sinemasını nasıl etkiledi? Mesela çekilen ilk filmin ‘Casus’ olduğunu öğreniyoruz oysa tarihe düşülen not bambaşka... Hacı Mehmet Duranoğlu: Osmanlı’da sinemayla ilgili farklı tarihlerde belgeseller yapılmış. Ancak orada birkaç ana malzemeden yola çıkılmış. Mesela “II. Abdülhamid sinemaya karşıydı, elektriği sevmezdi, o yüzden de elektriği İstanbul’a geç getirdi. Dolayısıyla sinemacılığımız geç başladı” gibi. Öncü sinema tarihçilerimiz, ellerinde çok belge olmadan, biraz sözlü tarih çalışarak erken Cumhuriyet döneminin ruh halinden yola çıkıp önkabullerle tarih yazmıştı. Yaptığımız tüm işlerde Atalay Taşdiken’in sinemaya aktardığı kurmaca duyguyu ve birikimini de projeye dahil ederek bilimsel araştırma teknik ve yöntemlerini, disiplini ve namusu masaya koyduk. Çünkü bilim insanı olmaya çalışıyoruz. Bizim için sinema tarihini anlatmak, değişen dönemlere göre değişen metinler anlamına gelmiyor. Ortada bir gerçek varsa, o 120 yıl önce de gerçektir. Dönemin atmosferinden kaynaklı o malzemeyi seçmezsiniz. O anlamda çok dürüst bir yerde durup son kullanma tarihi olmayan bilgilerle bir proje hazırladığımızı düşünüyorum.
Araştırmalarınız sırasında ne tür bilgilerle karşılaştınız?
Saadet Ö.: “Belgesel objektiftir” diye bir anlayış var. Bundan anlaşılan şu, sanki bilgi saf bir şey, biz hiç yorum katmazsak yorumsuz bir şey yapmış olacağız. Bu hiçbir zaman böyle olmuyor. Durduğumuz bir yer var. Şayet bunların üzerine bir metin inşa etmezsek, bu bir kolaj olur ve tutarsız bir şey ortaya çıkar. Her yapılanın ayrı bir kıymeti var. Herkesi, en bildiği yerden metnin içine dahil etmeye çalıştık. Filmde “İlk budur”, “İlk şudur” gibi gereksiz kronoloji kurma çabası içinde olmadık. Tarih eşittir bir kronoloji değil. İlk dediğiniz şeyin yarın daha erkeni çıkabilir.
Atalay T.: Sinema tarihinin kabul ettiği Lumiere Kardeşler, büyük perdede film çeker. Onlardan etkilenen Georges Méliès isimli bir adam var, sirkte çalışıyor. TürkYunan Savaşı’nda gerçek bir savaş kameramanı olarak savaşı çekiyor ve Paris’e döndüğünde o kadar iddialı ki ‘Dünyada ilk kez canlı savaş görüntüleri’ diye gazetelere ilan veriyor. Belli ki bu işten çok para kazanacağını düşünüyor. Ama sonra anlıyor ki, kendisi ilk değil. Sinemanın sihirbazı sayılan Méliès bir plato kurmuş ve savaşı kendi yazdığı kurguyla çekmiş ve filmi gişede gerçek savaş görüntülerinden daha fazla izlenmiş. Bu benim de sinemayla ilgili algımda ciddi kırılmalara yol açtı. Sinemanın ilk yıllarından itibaren seyircinin gerçeğin değil, fantezinin peşinden gittiğini görüyoruz.
Hacı Mehmet D.: Bugüne kadar yapılan işlerde hep başrollerde izlediğimiz kişiler olurdu. Bizim belgeselde ise başrolde sinemanın kendisi ve kameramanlar var.
Atalay T.: Tarihle ilgili temel malzemeniz arşiv olacaksa bu pahalı bir iş. Yurtdışı arşivleri, bizim belgesel bütçelerimizle bakıldığında ulaşılabilir rakamlarda değil. En büyük destekçimiz Kültür Bakanlığı oldu. Sinema Genel Müdürlüğü’nden bir belgesel katkısı aldık. Ama tabii bu belgeselin bütçesini karşılayacak oranda değildi. Bir yıl süren bir çalışmadan söz ediyoruz. Süreç içindeki masrafları kendiniz karşılamalısınız. Bunun ticari olarak bir getirisi yok
Saadet Ö.: Bizde görüntüye göre metin yazılmadığı için belgeseli yapanlar onun gerçekliğiyle ilgili değildi. Bir savaş görüntüsünde şalvarlı insanların koştuğu bir sahne Çanakkale ve I. Dünya Savaşı belgesellerinde kullanılır. “Gerçekten o savaş mı” kaygısı taşımıyor. O kaygıyı taşıdığınızda görüntüyü bir belge gibi görmeye başlarsınız. Yurtdışı arşivlerinden kazandırılması gereken çok görüntü var. Son anda keşfettiğimiz bir görüntüyü alamadık, bir dakikası 1800 dolardı. Görüntüdekiler size bakıyor, siz ona, aranıza 1800 dolar girmiş.
(Belgesel ekibi, Wilhelm Kayser’in İstanbul ziyaretini görüntülemeye çalışan kişinin Fuat Uzkınay olup olmadığını anlamak için o yıllarda çekilmiş bir fotoğrafıyla kıyaslıyor.)
Hacı Mehmet D.: Ve dolar yükseliyor. (Gülüyor.) Âşık Veysel’in “Seversin kavuşamazsın aşk olur” sözü gibi...
Atalay T.: Bu tür belgesellerde yapılması gereken şey sadece belge ve arşiv toparlamak olmamalı. Önemli hikâyeleri sinematografik anlatımla canlandırıp çekmeli. Dünyada örnekleri çok. Ama dönüp dolaşıp bütçeye geliyoruz. Belgesele adını veren hikâyeyi canlandırıp çekmek istedim ama elimizdeki bütçeyle bir sahneyi bile çekemezseniz. Keşke olsaydı. Dünyaya satacağınız karşılığını bulabileceğiniz değerli işler olurdu. Türk sinema tarihini, yıllardır kısır bir soru üzerinde tükettik. Bu belgeselden sonra açık ve net söylemek lazım ki, sinema tarihinin miladının değiştirilmesi lazım. Osmanlı’da sinema diyorsak Osmanlı pasaportu taşıyan Fuat Uzkınay’dan önce sinema yapanların tarihini geriye taşımalıyız.
Saadet Ö.: Dimitri Mavridis, Weinberg ve Manaki Kardeşler.
Atalay T.: Cannes Film Festivali olsaydı o dönem Manaki Kardeşler kim için katılacaktı? Osmanlı için... Pasaportu öyle.
Hacı Mehmet D.: O etnik olguya hapsetmemek lazım. Zenginliğimiz varken neden onu fakirleştirelim?ı Mehmet D.: O etnik olguya hapsetmemek lazım. Zenginliğimiz varken neden onu fakirleştirelim?
Padişah Sultan Reşad, Rumeli seyahati sırasında konakladığı Manastır’daki belediye binasından çıkarken. Rivayete göre Manaki Kardeşler kameralarını çalıştırmış. Padişah “Bırakın çocuk oynasın” demişti.
Belgeselin adı neden “Bırakın Çocuk Oynasın” oldu?
Saadet Ö.: Rivayete göre Sultan Reşad’ın Makedonya ziyaretinde Manaki Kardeşler film çekiyor. Padişahın yanındakiler telaşa düşüyor. Padişah bakıyor ve “Bırakın çocuk oynasın” diyor. Manaki’nin yıllar sonra anlattığı bir hikâye. Gerçek ya da değil, bizim yazdığımız da zaten bir senaryo. Bırakalım bu hikâyeler devam etsin. Onlar olmadan yaşayamıyoruz, o oyunlara sarılmak lazım.