Beril Eski Agos'ta yayımlanan yazısında Türkiye'de göçmenlere karşı nefretin arttığını göçmenlerin de gittikleri ülkede sorunların taşıyıcısı olarak görüldüğünü kaydetti. "Türkiye’de Suriyeliler kaydolduğu zaman kayıt yaptırdıkları şehirlerde çeşitli haklara erişebiliyor. Suriyeli olmayan ve mülteci statüsüne başvuranlar ise atandıkları uydu şehirlerde kalmak zorunda" diyen Eski, "Söz konusu uydu şehirlerde iş imkânları kısıtlı olduğundan, büyük şehirlerde çalışıyor, tatil olan günlerinde de uydu şehre dönüp imza veriyorlar. Örneğin Yozgat’ta kalması gereken Afrikalı bir kadına kim ev kiralar? Kim iş verir?" diye sordu.
Eski'nin Agos'ta "Günah keçisi olarak ‘göçmenler" başlığıyla yayımlanan yazısının bir bölümü şöyle:
Batı’da ve Türkiye’de son dönemde göçmenlere karşı nefret artıyor. Göçmenler, kaçtıkları ülkelerin sorunlarının “taşıyıcısı” olarak görülüyor. Taliban’dan kaçan bir Afgan göçmen, kolaylıkla modern hayata bir tehdit ve “potansiyel terörist” olarak resmedilebiliyor.
Batı da güvenlik politikaları çerçevesinde, göçmenleri ayrıştırılarak yönetmekte. Bu ayrıştırmanın içerisinde ırk, dil, din, toplumsal cinsiyet gibi pek çok kademe var. Bu yöntemle “istenmeyen” ve meşru görülmeyen mülteciler rahatlıkla dışlanıyor ve de görünmez kılınıyor. Yukarıda bahsettiğim sebeplerle Afganlar, bu hiyerarşinin en altında kalan, en görünmez kılınan gruplardan biri.
Türkiye’de medya ve toplumun diline baktığımızda farklı bir ayrıştırmayla karşılaşıyoruz. Göçmen nefretinin en öncelikli hedefi, sayıca diğerlerinden daha fazla olan ve dolayısıyla görünür kılınan “Suriyeliler”. Öte yandan Afganistan veya Pakistan gibi uzak coğrafyalardan göçenler “kaçak” olarak nitelendiriliyor ve bir suçlu gibi lanse ediliyor. “Kaçak” göçmenlerin bir cezai zafer gibi sınırdışı edildiği haberlerini hepimiz okumuşuzdur. Oysa uluslararası hukuk uyarınca hiçbir sığınmacı yasadışı yollarla bir ülkeye girdiği için suçlu tutulamaz. Yani göçmene bakış aslında kullandığımız dille başlıyor.
Bu dili biraz daha incelediğimizde, özellikle toplu göçlerin “mülteci akını”, “mülteci seli”, “mülteci krizi”, “mülteci yığını” gibi, doğal afetlere ilişkin kelimelerle tarif edildiğini görürüz. Bu yalnızca Türkçe’de değil, diğer dillerde de benzer ifadelerle tanımlanıyor. Aslında toplumun toplu göçleri “geçmesini bekledikleri bir felaket” gibi gördüklerini, insanileştiremediklerini en iyi kullandıkları dil anlatıyor.
Yazıda “mülteci” ve “göçmen” ayrımı yapmaktan kaçınmamın sebebi, hukuken iki terim arasında keskin bir ayrım yapılmış olsa da, hayatta her şeyin iç içe geçmiş olması. Ekonomik sebeplerle göçen bir kişinin mülteci statüsüne başvurması mümkün değil. Ancak göç sebeplerine daha derinden bakıldığında, asıl sebebin iklim krizi nedeniyle kuraklık, kuraklığın neden olduğu toprak çatışmaları, toplumsal cinsiyete dayalı şiddet ve güvenlik riski gibi kökleşmiş sorunlar olduğu anlaşılıyor.
Babasından miras kalan toprak nedeniyle silahla toprağı elinden alınanlar, çocuğu kaçırılmakla tehdit edilenler, çocuğunu okula göndermek için 1 yaşındayken ülkesinde bırakıp 8 yıl boyunca göremeyenler... Tüm bu tehditler de çoğunlukla sosyo-ekonomik statüsü düşük kişilere yöneliyor.
Toplum da, zaten çok yabancı olduğu ve uzak durduğu göçmenleri kolaylıkla günah keçisi olarak işaret edebiliyor. Daha önce yaptığımız bir araştırmada, göçmenlerin günde ortalama 12-15 saat çalışarak haftada 500-700 TL kazandıklarını gördük. Üstelik bu işler uzun süre ayakta durmayı gerektiren, gözleri aşırı derece yorarak görme bozukluğuna yol açan, ciddi fiziksel güç gerektiren işlerdi. Göçmenlerin bu işler karşısında kalıcı sağlık sorunları yaşadıklarına şahit olduk.
Kaldı ki göçmenler açısından kayıtlı olduğu şehirde bulunma zorunluluğu var. Türkiye’de Suriyeliler kaydolduğu zaman kayıt yaptırdıkları şehirlerde çeşitli haklara erişebiliyor. Suriyeli olmayan ve mülteci statüsüne başvuranlar ise atandıkları uydu şehirlerde kalmak zorunda. Fakat söz konusu uydu şehirlerde iş imkanları kısıtlı olduğundan, büyük şehirlerde çalışıyor, tatil olan günlerinde de uydu şehre dönüp imza veriyorlar.
Örneğin Yozgat’ta kalması gereken Afrikalı bir kadına kim ev kiralar? Kim iş verir? Bu kadın da mecburen daha önce göçen tanıdıkların yanına, İstanbul’a gidiyor. 5 kuruşa iş, 3 kuruşa kiraya razı oluyor. Kalan 2 kuruşunu da Yozgat’a gidip gelmek için harcıyor. Kısacası herkes göçmenlerin cebine girene bakıyor, kimse ceplerinden çıkanı görmüyor.
Bayramda Suriye’ye gidebiliyorsa, Suriye’ye dönebilir mi?