Yüksel Taşkın: Muhafazakar bir Dostoyevski’miz yok

Yüksel Taşkın: Muhafazakar bir Dostoyevski’miz yok

Türkiye toplumunun muhafazakar ve modern kesimleri arasındaki kültürel çatışmayı ve iktidarın kültür-sanata bakışını ele aldığımız yazı dizisinde bu kez siyaset bilimci Yüksel Taşkın’ı konuk ediyoruz. Niras /BBC Media Action ortaklığıyla başlayan Objective Araştırmacı Gazetecilik Programı’nın desteğiyle gerçekleştirdiğimiz dizinin  beşinci bölümünde Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Prof. Mustafa İsen ile ‘muhafazakar sanat’ı konuşmuştuk. İsen, sol kesimin bu tartışmaya ‘sanat benim alanım, müdahale ettirmem’ tavrıyla yaklaştığını dile getirmişti. Doç. Dr. Yüksel Taşkın ise ‘muhafazakar sanat’ın hayatın çelişkilerini yakalamaktan uzak olduğunu; AK Parti döneminde Türkiye’de düşünsel kısırlık yaşandığını söylüyor.

 

‘Milliyetçi Muhafazakar Entelijansiya’ (İletişim Yayınları) kitabınızda 1940’lardan 90’lara kültürel eliti temsil eden Kemalist aydınlarla milliyetçi muhafazakar entelektüellerin kültürü ele alış biçimlerindeki benzerliklere dikkat çekmiştiniz. Bugüne gelecek olursak AK Parti, bu tarihsel mirasta nasıl bir yerde duruyor?

AKP, Milli Görüş ile hesaplaşmasını tam anlamıyla yapmış değil. Erdoğan’da  hem Milli Görüş hem de biraz Nakşiliğin izlerini görüyoruz. Kemalizm yeni bir insan yaratmaktan bahsediyor, muhafazakar gelenek ise Milli Kültür’ün ihyasını vurguluyordu. Bir tarafın bozduğunu diğer tarafın ıslah etmesi üzerine kurgulanan bir söylemle birlikte sanat ve kültür alanına dışardan müdahale ve dönüştürme isteği vardı .

Milliyetçi muhafazakarlık Soğuk Savaş sonrası etkisini yitirdi. Muhafazakarlık da milliyetçilikten koptu ve İslamcılık’a yaklaştı. 1980 sonrasında İslamcı bir kuşak oluştu. Bu kuşak zaman içinde özgüven kazandı. Postmodernizm’den de etkilenmeyle çağdaş literatürü, Marks’ı bilen, İran Devrimi’ne sempati duyan,  ekolojik hareketle, feminizmle temas etmek için hamlelerde bulunan bir kuşak olarak dikkat çekti.

Ancak bu kuşağın canlı bir edebiyat veya sanat üretimi olamadığını görüyoruz. Kendi varoluş çelişkilerini rahatlıkla edebiyata, sanata yansıtamadılar. İslamcılık üzerinden bir şey kuramayınca da dönüp dolaşıp muhafazakarlığa geldiler.

Hatırlatmak gerekirse, 90’ların ortalarına kadar gelen bir Hidayet Romanları geleneği vardı. Şimdiki muhafazakar İslamcı gençler bu romanlarla dalga geçiyor. Neden, çünkü modern boyutta yaşayan,  kendine dışardan bakabilen bir insana o romanlardaki gibi tek tip, tek boyutlu bir dünyayı kabul ettiremezsiniz.

 

Peki ‘muhafazakar sanat’ olarak sunulan kavram için ne diyeceksiniz?

Muhafazakar sanat diye bir şey olamaz. Devlet bu alana çok fazla yatırım niyetinde olabilir ama her şeyden önce böyle bir alan yaratmak çok zor. Her şeyden önce çağımız  rölativizasyon (görecelilik)  çağı. Yaklaşık iki binden fazla dinin olduğu bir dünyadan bahsediyoruz. İnsan nereye giderse gitsin kendisi kadar inançlı başkalarının olduğunu da görüyor. İnsanlar artık herhangi bir ideolojiye bağlanmak istemiyor. Çünkü hepsi rölatif geliyor. Hayatın barındırdığı çelişkileri yakalayamıyor muhafazakar sanat iddiası.

 

AK Parti’nin devraldığı entelektüel miras, milli kültürün ihyası üzerine şekillenmişti. Bugünkü durumda tarihsel bir devamlılıktan bahsedilebilir mi?

Muhafazakarlar baştan itibaren soldan dönenlere büyük hayranlık duydular. Cemil Meriç’in meramını hiçbir zaman tam olarak anlamadılar. İsmet Özel’in de öyle. Yine de Marksizm’den döndüğü için ona da büyük hayranlık duyuldu. Ancak Soğuk Savaş’ın milliyetçi muhafazakarlığı ve ardından İslamcı meydan okuma başarılı olamadı. AKP ise bir düşünsel kısırlık getirdi Türkiye’ye. Muhafazakar sanat gibi bir çıkmaz sokak üzerinden bir tartışma açıldı.

 

Yine kitabınıza dönecek olursak, 1940’larda şehirli (İstanbullu), entelektüel bir aydın zümre var. Tanpınarlar, Yahya Kemaller, Ayverdiler..Daha sonra bu entelektüel kesim sahneden çekiliyor çünkü iktidar artık taşradan gelen, Anadolu çocuklarının elinde. AK Parti ise klasik anlamda muhafazakar, şehirli, entelektüel gelenekten farklı bir noktada bugün.  Bugünkü zihinsel üst yapıyı, 1940’lardaki muhafazakar gelenekle karşılaştırmak gerekirse, nasıl tanımlarsınız?

Türkiye’de şu anda etkili olan bütün siyasi akımların kadroları aslında taşralıdır. Kemalist elitler de de taşralıdır. Tamamen göç üzerine kurulan bir toplum burası. ‘Osmanlı bitti, monarşi geri gelsin’ diyen birileri bile çıkmadı. Şimdi ise kendilerini Osmanlı üzerinden soylulaştırma çabası var. Osmanlı muazzam bir entelektüel savaş alanı haline geldi. İki rakip akım var bu savaşta. Biri kozmopolit Osmanlıcılık, yani Osmanlının seküler, şeriatı katı uygulamayan , günaha açık doğasına güzelleme yapan akım. Diğeri de Müslüman İmparatorluk algısı üzerinden giden akım. Fetih’in yeniden canlandırılması, Kutlu Doğum Haftası gibi etkinliklerle,  muazzam bir çabayla  bu algıyı oluşturmak için çalışılıyor. AKP’nin beslenmeye çalıştığı damar da burası.

 

Osmanlı ‘pazarlanabilir’ bir kavram oldu

1992’de Erdoğan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğunda dönemin muhafazakar sanat eleştirmeni Sezer Tansuğ’u  bir toplantıya davet ediyor. Tansuğ toplantıda  ‘Bizans araştırmaları yapmak gerekir’ diyor. Sonra bir daha hiçbir toplantıya davet edilmiyor. Osmanlı esasında  kültürel çoğulculuk temelli bir yapı değil mi? 

Kozmopolit Osmanlı tarihçiliği bugünkü zihniyete çok ağır geliyor. İktidarın kafasındaki Müslüman- Osmanlı ile çelişen çok fazla şey var çünkü. Osmanlı aslında küreselleşmenin kendisi. Bu,  Batı’da da çok ‘marketable’ bir şey oldu ve bu kavram pazarlandı. Bunu daha çok Cemaat öne çıkardı. Gülenci aydınlar Osmanlı geçmişini küreselleşmeyle uyumlu biçimde yeniden yorumladılar. Özellikle Batı’da, “Osmanlı’ya özgü hoşgörülü bir ‘Türk İslam’ı’ anlayışı olduğunu; bu anlayışın da çok-dinli, çok-kültürlü bir atmosfer yarattığını” savunmaya devam ediyorlar. AKP, daha doğrusu Erdoğan ise, Milli Görüş’ten miras  Batı karşıtlığını son zamanlarda fazlaca öne çıkarıyor. Erdoğan’ın dinsel milliyetçiliği, “Batı karşısında İslam dünyasının hamisi” olarak gördüğü Osmanlı’nın tarihî rolüne yeniden sahip çıkma iddiasını taşıyor. AKP, Osmanlı’yı Müslüman Türk unsurun hakim olduğu bir yapı olarak algılıyor giderek, ki bu Milli Görüş’ün de durduğu noktadır. Bu anlamda AKP, Osmanlıyı Türk-İslam hakimiyetine indirgiyor. Oysa Osmanlı’da hanedan mensuplarının hiçbiri, Cem Sultan dışında, Hac’a gitmemiştir.  Milli Görüş’ün tarihsel anlayışına geri dönüş olarak görüyorum ben bunu. Aynı zamanda kurgusallığın çok yüksek olduğu bir söylem bu.

Bu söylem çerçevesinde, Osmanlı’nın Araplarla çok kuvvetli bir ilişki kurduğu söyleniyor ama aslında böyle bir şey de yok. Osmanlı’nın Ortadoğu ile ilişkileri çok zayıf aslında. Osmanlı için varsa yoksa İstanbul, Bursa, Balkanlar ve İzmir. Anadolu’nun büyük bir kısmı bir tahıl deposu Osmanlı için. Dönüp bakmıyorlar bile. Dolayısıyla milliyetçi muhafazakarların tarih anlayışı ne kadar kurgusalsa AKP’nin Ortadoğu kurgusu da aynen öyle. Gerçekliğe tekabül etmeyen bir Müslüman kardeşliği söylemi var.

 

Sanatta sıçrama muhafazakarlık dışında kalanlarla mümkün

 

Taraf Gazetesi’nde Mayıs 2013’te ‘Kültür Savaşları’ başlıklı yazınızda  muhafazakarların orta sınıf olmaya başladıkça toplumu dizayn etmekten uzaklaşacağını söylüyordunuz.  Bugün böyle bir dizayn çabası var mı sizce?

Türkiye’de muhafazakar olarak monoblok bir kesim yok. Bugün muhafazakar ailelerin çocukları New York’a gidiyor,  orada iyi okullarda okuyorlar. Bu okullarda laik sistemlerle karşılaşıyorlar.  Basit bir örnek, Almanya’ya göç gidenler kültürel olarak dindarlaşıyor, diye bir şey söyleniyor. Entelektüellerin derdi ile toplumun derdi aynı değil. Adam, çocuğunun ‘gavurlaşması’ tehlikesine rağmen Almanya’ya gitmekten vazgeçmiyor. Gerekirse kültürel kimliğinden taviz vermeye de hazır. Dolayısıyla Türkiye’nin muhafazakarlaştığı görüşü  klişeden öteye geçemiyor. 

Ayrıca muhafazakarların önemli bir kısmı kendi ‘nitelikli ‘ötekisi’ yle birlikte var olmaya çok önem veriyor.  Gezi’den sonra da belirli kesimlerle temasta kalmaya çalışıyor. Bu arada kendilerine ne İslamcı, ne muhafazakar demeden de var olan entelektüel bir kesim var. Eğer çıkacaksa yeni yönetmenler, yeni yazarlar böyle bir kesim içinden çıkacaktır diye düşünüyorum. Sanatta büyük sıçrama muhafazarlık dışında yapılacak. Okuyan, sinema yapmak isteyen zehir gibi Müslüman çocuklar var mesela. Bu çocuklar bir noktada muhafazakarlık tarihinin dışında bir şeyler yapacaklar diye düşünüyorum.

Yüzde 75’i şehirde yaşayan bir toplumuz artık. Bu bir şehir tecrübesine dönüşüyor. Bir dönem Boğaziçi Üniversitesi’ne gelen taşralı, mütevazı ailelerin çocukları arasında Nuri Bilge Ceylan, Derviş Zaim, Emin Alper gibi isimler vardı. Bu çocuklar kendi deneyimlerinden yola çıkarak çok güzel işler yaptılar. Şimdi bu sıçramayı yapacak olan çocuklar da böyle deneyimler biriktiriyor. Ama bu muhafazakarlık kalıbı içinde olmayacaktır sanıyorum. Türkiye melezleşmeye açık bir toplum. Nilüfer Göle’nin de belirttiği gibi, siyaset ne zaman kutuplaşmayı öne çıkarırsa toplumdaki melezleşme de sekteye uğruyor.

 

Ak Parti’nin Kültür-Sanat Programı’nda şu dikkatimizi çekti. Program metninde ‘’Türkiye her geçen gün maddi kaygıların ön planda olduğu, ruh ve mana dünyamızı zenginleştirici, süsleyici unsurların kenara itildiği bir ülke haline gelmektedir. İnsanımız şiirsiz, içeriksiz, estetik kaygıların önemsenmediği bir dünyada yaşamaya itilmektedir’’ ifadesi yer alıyor. Bunu nasıl yorumlarsınız?

Sağ kesim kapitalizmin derinleşmesinde kendini hiç eleştirmez, kendini sorgulamaz ve  onun kültürel sonuçlarına odaklanır.  Siz bu süreç sayesinde zenginleşiyorsunuz ama bunun sadece kültürel sonuçlarını mesele ediyorsunuz. Bu sonuçlara dair ah, vah ediyorsunuz. Ancak bu kapitalistleşme süreciyle sizin gönüllü bağınızın sonuçları. Bu ANAP döneminde de böyleydi, Adalet Partisi döneminde de. Bunun hala çok az sorgulandığını düşünüyorum.

Tartışmayı bir kültür zemininden başka bir kültür zeminine kaydırmaya çalışmak, sürekli bir arınmak çabası var. Bu edebiyata da yansıyor. Toplum hep kirli ve sürekli arınmak çabası içinde olacak. Bu çok basit kaçıyor. Bir de vazgeçiş var. Şimdiki toplum yapısından, bolluk toplumunda vazgeçmek eskisi gibi kolay değil. Örneğin Dostoyevski’yi okuyorlar ama onu da milli, manevi değerlere dönmeyi savunduğu için seviyorlar. Fakat Dostoyevski çamurun içindeki insanı yazmış. Çamurun içindeki insanı anlamaya çalışan Dostoyevski muadili bir muhafazakar yazar göremiyorum şu anda.