"Aydınlık fikirli, ilerici solcu güçler 'kriz gelir Erdoğan, AKP gider' kolaycılığına sığınmamalı"

"Aydınlık fikirli, ilerici solcu güçler 'kriz gelir Erdoğan, AKP gider' kolaycılığına sığınmamalı"

İktisatçı Prof. Dr. Korkut Boratav, "Türkiye’nin aydınlık fikirli, ilerici solcu güçlerinin ‘kriz gelir Erdoğan, AKP gider’ kolaycılığına sığınmaması gerekiyor” dedi. 

Boratav, yüzde 3’lük büyüme ile Türkiye’nin “biraz da sert çıkışlar olmadan dış açık süregelirse yaşayıp gideceğini ama ekonominin Erdoğan’ın hayal gücü ile pompaladığı dünyanın ilk 10 ekonomisi ya da 2023 hedefleri arasında yer alan dolar cinsinden milli gelirin 20 bin dolar olması gibi vaatlerinin boş hayal olacağını” söyledi.

Birgün gazetesinden Aslı Aydın ve Yaşar Aydın’ın sorularını yanıtlayan Boratav, “ Boratav, 1998-2002 döneminde Doğu Asya’da yaşanan türden, çevre ekonomilerinden başlayan bir kriz dalgasının kapıda olduğunu ve Türkiye’nin de risk listesinin başında yer aldığını belirtti.

Türkiye için “sadece spekülatif finans sermayesinin nemalandığı bir ülke” diyen Boratav, sosyal harcamaların kısmen arttığını ancak siyasi iktidarın, “halka verdiğinin fazlasını vergi yolu ile geri aldığını” savundu.

Korkut Boratav’ın Birgün’de yayımlanan (9 Kasım 2015) röportajı şöyle:

Türkiye’de yaşanan seçimler nedeni ile hak ettiği tartışma zeminlerini sağlayamayan bir konudan başlayalım. Özellikle uluslararası kurumların raporları dayanak gösterilerek küresel krizde üçüncü dalganın yaklaştığı söyleniyor. Bugün için küresel dünyada kapitalizmin kriz sürecinde, merkez üssü gelişmekte olan ülkelerin olacağı bir üçüncü dalga şokundan bahsetmek mümkün mü?

Öncesinden başlayalım. 2007’de patlak veren ABD kaynaklı kriz, bir metropol bunalımıydı; çevre ekonomilerini tali olarak etkiledi. Buna karşılık, 1998 ‘de başlayan 2002’de biten farklı bir dizi kriz söz konusu olmuştu. Türkiye’ye de 1999 ve 2002’de uğradı. Doğu Asya’da başlayıp Latin Amerika’ya kadar uzanan, ara coğrafyaları da etkileyen, 2002’de son bulan, metropolleri sarsmayan bir bunalım öyküsüydü bu. Metropol etkilenmedi, çünkü çevre ülkelerinde dış borçların döndürülmesi veya sıcak para çıkışları nedeniyle oluşan bu bunalımlar içinde, IMF’nin devreye girmesiyle finans kapital bütün alacaklarını tahsil etti; bu krizlerden kazançlı dahi çıktı.

Bu krizden ders alan Asya ve bazı Latin Amerika ekonomileri, sonraki on yılı dış açıklarını frenleyerek geçirdiler.2008 krizinden bu nedenle fazla etkilenmediler. Etkilenen çevre ülkeleri, 2002-2007 dönemini mirasyedi gibi geçiren; hızlı dış kaynak girişlerine yaslanan, dış açıkları da tırmanan Doğu ve Orta Avrupa ülkeleri, Türkiye ve Güney Afrika ile sınırlı kaldı. Türkiye, en sert etkilenenlerden biridir.

Şu anki konjonktüre gelince; metropolde toparlanma var. 2009’dan başlayarak ABD, AB ve Japonya, krize karşı bol likidite genişlemesiyle tepki gösterdi. Bu adım büyümeye fazla yansımadı; ama finansal krizin derinleşmesini frenledi. Likiditenin bir bölümü de çevre ekonomilerine aktı. İlk aşamada sert etkilenen ekonomiler arasında olan Türkiye, 2008’in son çeyreği ile 2009’un üç çeyreğini kapsayan 12 aylık bir dönem sonunda yüzde 7,9 küçülmüştür. Ancak, 2009’un son üç ayında başlayan yabancı sermaye girişleri sayesinde, 2011 ve 2012 yıllarında Türkiye çok hızlı bir canlanma yaşadı. Ne var ki 2012 sonrasında da bu geçici ivme tükendi.

Bugünkü ortama bakalım: ABD’de likidite genişlemesi frenlendi; her ay 45’er milyar dolarlık tahvil alımları son buldu; ama FED sıfır faizleri sürdürdü. Tek soru, faizleri ne zaman yükseltecek? FED faizleri yükselttiğinde Amerikan piyasalarına dış dünyadan, Türkiye gibi çevre ekonomilerinden fonların akacağı aşikar. Ama bu işin lafı o kadar çok edildi ki bu fonların önemli bir bölümü zaten çıktı. Dolayısıyla bugünlerdeki beklenti şöyle: Adeta 1998-2002 döneminde Doğu Asya’da yaşanan türden, çevre ekonomilerinden başlayan bir kriz dalgası kapıda olabilir. Bu tekrar edecekse, biraz önce Aslı’nın da söylediği gibi Türkiye risk listesinin başında olan ülkelerden biridir.

Bir not olarak aktarayım, 6 Kasım’daki Amerikan verileri, işsizliğin yüzde 5’e indiğini (bu oran Amerika’da doğal işsizlik seviyesi olarak görülür) ve ücretlerde bir hareketin başladığını gösteriyor. Dolayısıyla Aralık’ta FED’in faiz artırımı olasılığı artmıştır. Ancak, sert bir kriz dalgasının patlak verip veremeyeceği belli değil. Çünkü AB Merkez Bankası bir yıl önce parasal genişlemeye geçti. Dolayısıyla ABD’deki faiz artışının kısmen telafisi gündemdedir.

Bu dalgaya Çin’i de ekliyorlar; ne var ki Türkiye gibi kırılgan ülkeler için Çin’deki daralmanın etkisi görece daha azdır. Büyüme hızı yüzde 10’lardan adım adım yüzde 7’ye inen Çin’in yavaşlaması, hammadde ihracatçısı olan çevre ekonomileri ve Avustralya gibi Çin’e yüksek miktarda ihracat gerçekleştiren ülkeleri etkileyecektir. Türkiye bu bakımdan değil, dışsal kırılganlık göstergeleri sebebiyle, fon çıkışının sert etkileri sonucu etkilenecektir.

Küresel dünyada yaşanan gelişmelerin, dönüşümlerin bir arada yaşandığı bu yeni dönemde kapitalizmin hiyerarşik iş bölümünde Türkiye’ye nasıl bir rol verileceğini düşünüyorsunuz?

Çok fazla cari işlem açığı ve bunun ana belirleyicisi olan yüksek dış ticaret açığı verdiği için Türkiye, dünyaya Çin gibi büyük bir ihracat hacmiyle değil, net ithalatçı olarak giriyor. Dış pazarlara rekabet gücünü artırarak hızlı bir giriş yapma olanağı yok. Ücret maliyetlerini daha fazla aşağı çekme olanakları sınırlı. IMF programlarına teslimiyet yüzünden döviz kurunu da, dış ticareti frenleyecek ve ihracatı pompalayacak bir seçenek olarak kullanamıyor. Bu yüzden Türkiye sadece spekülatif finans sermayesinin nemalandığı bir ülke.

Spekülatif finans sermayesinin gözü karadır; risk iştahı motivasyonunun altındadır. Bir ülkede fiyatlar düşünce spekülatif sermaye alıcı olarak girer, saldırır. Örneğin Türkiye’de “devletten” korkmaz, çünkü devlet batmaz. Türkiye devleti 90’lı yıllardan bu yana faiz dışı fazla üretiyor. Yani devlet açıkları ve kamu borçları frenlenmiştir. AKP’nin de ısrarla ve en tutarlı uyguladığı politika mali disiplin, yani kemer sıkmadır. Kamu harcamalarını frenliyor, vergi yükünü artırıyor. Mesele şu: Borsa düşünce ve tahvil faizleri yükselince, mevduat faizleri de yüksek kaldıkça Türkiye’ye sıcak para girmeye devam eder. Çünkü devlet kağıtlarından zarar etmeyecektir. Devlet Türk Lirası yükümlülüklerini her daim ödeyecek durumdadır. Fakat asıl sorun döviz kaynaklarının yeterliğidir. Ekonominin dış yükümlülüklerini tamamen karşılayacak döviz kazançları, rezervleri var mıdır? Döviz hızla pahalılaşırsa, döviz borçlusu şirketler batacak mı? Sıcak para kârdan zarara geçme korkusuyla çıkacak mı? Ana kaygılar bunlardır.

 

"Vaatler boş hayal olur"

 

13 yıllık AKP döneminde istihdama ve üretime odaklı olmayan bir ekonomik rejim inşa edildi. Spekülatif şişkinlikler, inşaat rantları, talana açılan kentler… Bir 4 yıl daha ekonomi böyle yönetilmeye dayanabilir mi?

Bu ekonomi, büyük darbeler yemez ise, yüzde 3’lük bir büyüme ile yaşar. Bölüşümde sert bozulmalar olmazsa, kişi başına yüzde 2’lik gelir artışı gerçekleşirken, dış açık devam ederse iç talebi pompalar; kredi genişlemesi ile tüketim artar... Yüzde 3’lük bir büyüme ile biraz da sert çıkışlar olmadan dış açık süregelirse yaşar gidersin, ama Türkiye ekonomisinin Erdoğan’ın hayal gücü ile pompaladığı dünyanın ilk 10 ekonomisi ya da 2023 hedefleri arasında yer alan dolar cinsinden milli gelirin 20 bin dolar olması gibi vaatler boş hayal olur.

Onun için Türkiye’nin aydınlık fikirli, ilerici solcu güçlerinin “kriz gelir Erdoğan, AKP gider” kolaycılığına sığınmaması gerekiyor. Ben buna basit ekonomizm diyorum. Mekanik ekonomizme sapmamak gerekiyor.

Diyeceksiniz ki yabancı sermaye geliyor; ama karşılıksız değil… Onun da hesabını aktarayım. Türkiye 2006-2014 arasında her yıl 10 milyar doların üzerinde faiz, kar transferi ve borsa kazançlarını dışarıya pompalamış. Bazı yıllara bakıyorsunuz 50 milyara yaklaşan sermaye girişi yaşanmış. Dışarıya aktarılmayan sermaye kazancı, Türkiye’de tutuluyor. Türkiye’deki yabancı varlıkların milli gelire oranı 2007’de yüzde 74,6 idi. Kriz yüzünden 2008 yılında yüzde 52’ye düştü. Sonra adım adım çıkarak bugün yüzde 82.7’ye geldi. Bu ne demek? Ya dışarıya kar, faiz, borsa kazancı transferi ediliyor; ya da buradaki varlığın üstene varlık ekleniyor. Hisse senetleri arttırılıyor, eldeki devlet tahvillerinin hacmi, değeri artıyor. Kısaca Türkiye ekonomisi üzerinde emperyalizmin kontrolü artıyor. Bunu ya doğrudan kaynak aktararak ya da varlığını güçlendirerek yapıyor.

Bu yabancı varlıkların içinde anında, bugünden yarına çıkacak fonlar var. Bu sıcak varlıkların yabancı varlıkları içindeki oranı 2007-2014 yılları arasında yüzde 28’den yüzde 42’ye çıkmış. Öte yandan bir noktadan sonra Türkiye’de bu kadar varlığı olan yatırımcılar ağır şoklarla zarara uğramak istemez.

Sonuç olarak Türkiye ekonomisinin emperyalist sistemdeki bağımlı konumu artmıştır. Dış dünyaya net kaynak transfer etmektedir. İlaveten Türkiye’deki yabancı varlıklar artmaktadır. Bu durumun böyle olması kimi ilgilendirir? Burjuvazi ve sermaye açısından, hatta ‘bu vatana ne oluyor’ diyenler dışında sıradan insanlar açısından ‘yürüdüğü kadar yürür’ yaklaşımı var.

Ekonomi bir şekilde ‘yürümeye devam etse’ bile gündelik yaşama daha çok yansımaz mı? Bu yansımanın sonuçları olmaz mı?

Bir halk, ücretinin üzerinde tüketebiliyor ve geliri üzerinde harcayabiliyorsa, siyasi iktidar ve egemen sınıflar için önemli bir güvence söz konusudur. Türkiye’de bu, belli ölçülerde gerçekleşmiştir. 2000’li yılların başı ile son dört yılı karşılaştırırsak, mili gelirin özel ve kamusal tüketime ayrılan payı en az 5 puan artmıştır. Bu, Türkiye halkının gelirleri üzerinde tükettim yapabildiği anlamına gelir. Özel tüketim borçlanarak yapılmıştır. Bankaların dağıttığı ihtiyaç kredilerinin milli gelire oranı 2002’de yüzde 2’den, 2014 yılında yüzde 20’ye ulaşmıştır. Borcu borçla kapama dönemi aldı başını yürüdü. Borcunu ödeyemeyen ise sistemi değil kendini suçlar.

 

"İktidar, halka verdiğinin fazlasını vergiyle geri aldı"

 

Öte yandan sosyal harcamaların da kısmen arttığını görüyoruz ki bunların bir kısmı demografik. İşçi, emekli sayıları artarsa harcamalar da artar. Ama artan sosyal tardımlar da var. Ne var ki, bunların halk sınıfları tarafından fazlasıyla ödendiği de belirleniyor. Yani siyasi iktidar, halka verdiğinin fazlasını vergi yolu ile geri almış. Hiç fark etmeden ödediğimiz vergilerle, örneğin bordro vergileri ile geri almış. Türkiye’de emekçi sınıf beyanname vermediği için vergi ödediğinin farkında değil. İkinci olarak tüketimden harcadığımız anda ödenen bu vergilerle karşılanmış. Sosyal yardımlardan yararlananlar vergi hesabını yapmazlar.

Buradan şuraya geliyorum, sınıf bilinci ve sınıf mücadelesi günlük gelişmelerle tabi ki ilgilidir. Ama bu ilgi otomatik ve mekanik değildir. Kişi başına yüzde 2 büyümeyi, borçlanarak yüzde1 ilaveyle tüketim artışını yüzde 3’e çıkarabilirsin. Kredileri ödeyemeyip batınca da insanlar sistemi değil kendilerini suçlarlar.

Halk sınıflarının mücadelesi başka bir platformda olmalı. Daha geniş ve siyasi bir platformda. Tıpkı Gezi kalkışmasında olduğu gibi. Gezi kalkışmasında niye benim ücretlerim düşük diye sokağa dökülmediler. Bu topluma dayatılan gerici parametreleri, dünya görüşünü, baskıcılığı, kapkaççılığı, halkın ortak varlıklarının yağmalanmasını sineye çekmedikleri için sokağa çıktılar. İşte iktidarın hegemonyasını sarsacak olan, bu bilincin yaygınlaşmasıdır.

Türkiye’de tüm ekonomik veriler emekçiler için 13 yıldır kötü bir durumu belgeliyor. Dünyanın birçok ülkesinde bu tablo ile seçime giden iktidarlar genelde kaybederler. AKP bunu görünmez hale getirebiliyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Biraz önce değindiğim, ortalama yüzde 3’lük tüketim artışlarıyla yaşayıp giden bir Türkiye’de siyasi iktidarın doğrudan ve öncelikle suçlanacağı alanların başında işsizlik gelir. Çünkü durum açık seçiktir. Büyük güçlüklerle üniversiteye yolladığı çocuğunun iki yıl işe girememesi herkes için önemlidir. Durgunlaşan bir ekonomide iktidarın en zayıf noktası istihdam ve işsizliktir. Türkiye’de işgücü piyasasından kaybolan, istihdamdan kaçan insanlar var. Kadınların sadece yüzde 32’si iş gücü piyasasında. Diplomalı kadınlar iki yıl iş aradıktan sonra eve çekiliyor. İşgücüne katılma oranı, İslam ülkeleri dışında tüm dünyada bu oran en az yüzde 65. Kadın-erkek Türkiye ortalaması yüzde 51. Kadınların daha üniversite yıllarından bilinçlenerek ‘çalışmak benim hakkımdır; iş istiyorum’ diyebilmesi gerekmektedir. Bunun için gençlik örgütlenmeleri çok önemlidir. Gençler istikbalin karanlık olduğunu bugünden görüyorlar. Örneğin tezgâhtar kadınların önemli bölümü yüksek okul mezunu, fabrika koşullarından daha ağır koşullarda çalışıyorlar. İşte burada esas olan örgütlenmedir. İşsizlerin, çalışma beklentisi giderek kaybolan insanların işçi sınıfı mücadelesine katılması ve diğerlerini de sürüklemesi gerekiyor. Üniversite mücadelelerinin yaygınlaşması, iyi bir örgütlenme yapılırsa, fitillenmiş bir dinamit lokumu gibi iktidarın aleyhine döner.

Zayıf halkalar belli. İş kazaları, iş cinayetleri, iş bulamayan gençler, çalışanların içinde artan işsizlik, milli gelirin gerisinde seyreden istihdam... İşini kaybetmeyip çalışan nüfus, ekonomideki durgunlaşmanın yükünü fark etmeyebilir. Milli gelirden düşük pay alan, bu pay da zaman içinde eriyen; bunların farkına varmayanlar arasında örgütlenmek daha zordur. İş gücü ordusuna katılmak beklentileri karşılanmayan, niteliklerine uygun iş bulamayan, işsiz kalıp, aile kaynaklarına sığınmak zorunda kalan yüzbinlerce insanın sınıf mücadelelerine katılma biçimleri, olanakları, potansiyelleri çok daha farklıdır.