Zalimin zulmü varsa, mazlumun feraseti var

Zalimin zulmü varsa, mazlumun feraseti var

Prof. Dr. Meyda Yeğenoğlu

İstanbul Bilgi Üniversitesi

[email protected]

 

Emek ve Adalet Platformu’nun çağrısıyla, 13 Haziran 2013 günü Mazlum-Der İstanbul Şubesi’nde kamuya açık olarak gerçekleştirilen istişareden çıkan sonuç metninin başlığı “bir zamanlar mazlum olmak, zalimleşmemizi ya da zalimin yanında yer almamızı gerektirmiyor” idi. Çok önemli bulduğum bu metinde, kendisini liberal-sol olarak tanımlayan ve bu sıralar kendisini eleştirinin sesi olarak konumlayan pozisyondan çok daha dişe dokunur ve meselenin özünü hedefleyen eleştiriler dile geldi. Bu bildiride birçok önemli noktanın yanı sıra, hükümetin Kemalist iktidar dilini nasıl devraldığına ve semboller üzerinden çatıştığına dikkat çekiliyor.

Önce iktidarın ve iktidar yanlısı bir takım kuruluşların ve vakıfların başlarındaki zat-ı muhteremlerin kullandıkları söyleme, devraldıkları Kemalist siyaset yapma biçimine ve devreye soktukları sembollere kısaca bakalım. Daha sonra, son derece makul ve meşru taleplerle yola çıkmış barışcıl bir kitleyi polis şiddeti ile hoyratça bastıran hükümete karşı yapılan “kucaklayıcı ol” ve “aman kutuplaştırma” çağrılarının nasıl “evcilleşmiş” bir eleştiriyi dillendirmekte olduğuna bakalım. Bu evcilleşmiş eleştiri, dikkatimizi sorunun temelini oluşturan devlet şiddetinden ve işlenen hukuksuzluklardan uzaklaştırma işlevi görmekte. Bu ise demokrasinin ölçütünün iktidarın hesap vermesinde yattığının gözden kaçmasına sebep olmakta.

Halkın siyasete katılımını yalnızca dört yılda bir sandıkta oy verme ile sınırlayan ve sandıktan çoğunluk çıkmasını da otomatik olarak demokrasinin hayata geçtiğinin göstergesi olarak yaşayan otoriter anlayışa sahip AKP iktidarı, protestolar aracılığıyla dile gelmiş olan “biz senin iktidarda olmandan değil, yönetim biçiminden rahatsızız” diyen sesin yükselmesiyle Janus-yüzünü (Janus-face: bir yüzü o tarafa, diğer yüzü öteki tarafa bakan Roma tanrısı) gösterdi. Aslında çok da iyi oldu bu yüzü görmek.  Belki buradan daha demokratik bir eleştiri kültürüne doğru evrimleşebiliriz.

İktidarın geçtiğimiz 10 yıllık serüvenine, AKP veya Erdoğan fobisi ile yaklaşmayan çok sayıda aydın oldu. Bu demokrat aydınların elbette her zaman AKP’ye yönelttikleri eleştiriler oldu, ama özellikle barış süreci ile Erdoğan’ın cesur bir adım atmasıyla, muhafazakâr bir partiye oy vermeyi kendisine uygun görmeyen birçok aydın yaklaşan seçimlerde AKP’ye oy vermeyi  bile düşünmeye başlamıştı. Acınacak durumdaki CHP’nin eleştirileri karşısında ve bunca zaman kurmaya çalıştıkları şeriat-laikcilik karşıtlığına hep eleştirel tutum aldı bu demokrat aydınlar. Ulusalcı-darbeci Kemalistlerin darbe umuduyla dile getirdiği seküler-dindar karşıtlığına çok ciddi eleştiriler getiren bu aydınlar gibi, ben de laikliği kutsallaştıran söylemleri dolayısıyla ve din konusuna fobik yaklaşımları nedeniyle Kemalist ulusalcıların sekülerlikden ne kadar uzak olduklarının altını çizdiğim çalışmalar yayınladım. Ben de bu aydınlar gibi “üniversitelerde başörtüsüne özgürlük” kampanyasının altına çekincesiz bir biçimde imzamı verdim. Kemal Gürüz’ün başkan olduğu dönemde YÖK’den başörtülü öğrenciler hakkında disiplin soruşturması yapmamızı zorunlu kılan, yapmayan öğretim üyeleri karşısında işlem yapılacağını bildiren uyarılar (o dönemde ODTÜ’de öğretim üyesiydim ve devlet üniversitelerinde bu baskı çok daha fazla hissediliyordu) karşısında kayıtsız şartsız başörtülü öğrencilerin haklarını savundum. Hâlâ da savunmak konusunda hiçbir tereddütüm olmaz.

Ancak başörtüsü yasakları karşısında muzdarip olan kadınlarımızın, başka hak ve özgürlükler (örneğin eşcinsellerin hak talepleri, örneğin zorunlu din eğitimi, örneğin Alevilerin hakları) karşısında çoğunlukla sessiz kalışlarını esefle, hayretle ve biraz da kızarak izledim. Onlar ise sadece Kemalizmden yakınmakla yetindiler. Bugün artık üniversitelerde başörtüsü sorunu bitmiştir. Bu kazanımda başörtülü kadınlarımızın verdiği mücadelenin yanı sıra onlara destek veren ve benim gibi İslamcı veya dindar olmayan birçok aydın, yazar-çizerin de rolü vardır. 

Protestolar sırasında sokalarda başörtülü birkaç genç kadınımıza saldırı olmuş. Bu elbette bir nefret ve şiddet eylemi olarak kınanması gereken bir harekettir. Ancak ne ilginçtir ki medyada izlemekte olduğum iktidar yanlısı birçok kuruluşun başında olan kişiler, bir takım İslamcı yazarlar ve hükümet, ağız birliğiyle adeta başörtüsü konusunda şimdi çok büyük bir sorun yaşanmaktaymış gibi tekrar devreye bir “mazlum” söylemi sokmaya çalışıyorlar. Acaba ellerinde kullanacak başka kozları mı yok? Başörtülü kadınlara yapılan şiddeti kınarken, ne yazık kı eşit derecede devletten gelen şiddeti kınamakta çok zayıf kalmakta sesleri. Bu devlet kibri ve kurumsal olarak onaylanmış polis şiddeti sonucunda son derece barışcıl olarak  dile gelerek başlayan hak taleplerinin bastırılmasından, “elbette orantısız şiddet uygulanmamalı” demekle yetinerek iktidarın uyguladığı şiddete yönelik eleştiriyi geçiştirmeye çalışıyorlar. Devletin uyguladığı şiddete yönelik eleştiriler karşısında, “evet şiddet iyi hoş değil, ama bize de neler yapıldı” yolundaki mazlumluk söylemlerini duymaktan artık yorgun düştüm ve açıkçası sabrımın da tahammül sınırımın da zorlandığını söylemeliyim.

Aynı eskimiş ve yıpranmış "mazlumluk edebiyatı" Erdoğan’ın söylemine de damgasını vurdu. Bekir Çoşkun’un son derece çirkin olan ve kınanması gereken halkını aşağılayarak dile getirmiş olduğu “göbeğini kaşıyan adam" söylemini temcit pilavı gibi önümüze servis edip durdu. Hem hükümet hem de ikitidar yanlıları, demokrasinin hüküm sürdüğü toplumlarda olduğu gibi iktidarın halkın karşısında hesap verme zorunluluğunu bertaraf etmek ve bu yöndeki eleştiriyi savmak için eski mazlumlukları ortaya dökmeye başladı. İşte bu nedenle yukarıda başlığını verdiğim bildirinin mesajı çok önemlidir: Bir zamanlar sizin mazlum olmuş olmanız, bugün zalimleşmenizi ve zalimin yanında yer almanızı gerektirmez. Zalimleşen iktidar ve iktidar yanlılarının artık ferasetini iyiden iyiye yitirmeye başladığını görüyoruz.

İktidarın, gerek medyaya gerekse iş adamlarına savurduğu tehditler ve bunun sonucunda verdiği ayarlar hepimizin malumu. Bu yaratılan korku ortamında bazı liberal-sol olarak konumlanan aydınlar ise polis şiddetini yumuşak bir tonda eleştirdikten sonra, Erdoğan’ın ülkeyi laik-İslamcı ekseninde kutuplaştırma riski taşıyan söylemlerine dikkatimizi çekiyor ve başbakan olarak protestoculara çok daha kucaklayıcı bir söylemle yaklaşmış olmasının gereğinin altını çiziyorlar. Adeta Erdoğan’dan “baba” figürü olmasını talep ediyorlar. “Hem döven hem seven baba”. Kulağa ne kadar tanıdık geliyor bu yerleşik patriarkal figür değil mi? Her iki cümleden birinde “Sayın Erdoğan” ibaresini kullanarak adeta çekinerek yaptıkları eleştirinin dozunu ve tonunu düşürmeye, “dostane” bir tonda eleştiri yapıyor havasını uyandırmaya gayret sarfediyorlar. Acaba bu gayretlerin arkasında yatan şey, medyanın ve iş adamlarının da payını almış olduğu tehditkar davranışdan korkuyor olmaları yatıyor olabilir mi? Ayrıca, hükümetin protestocuları “marjinal ve aşırı uçlar” ve hatta “terörist” olarak nitelemesi karşısında ise protestocuları “masumane hedeflere sahip masum çocuklar” olarak niteleme çabası içine giriyorlar. Protestolar ile dile gelenleri bir “hak ve özgürlükler” arayışı olarak net bir biçimde tanımlamak yerine, iktidarın kurmuş olduğu söylemsel evrenin içine hapsolup, onların “marjinal gruplar” değil de “masum çocuklar” olduklarını söyleme çabası burada dile gelen söylemin gücünü azaltmaya hizmet ediyor, onu evcilleştirip iktidara “sevimli” göstermeye çalışıyor. Adeta bu grupların kabulü için iktidardan onay dileniyorlar. Bunun adı maalesef ki "eleştiri" oluyor.

Şunu hatırlamalıyız ki demokratik rejimlerde demokrasinin ölçütü hiçbir zaman başbakanın ne ne kadar sevecen ve kucaklayıcı, ne de ne kadar sert bir baba figurü olduğuna göre belirlenmez. Demokrasinin ölçütü iktidarda olanların yönettikleri kitlelere hesap verebilmesindedir. Demokratik bir yönetimde, son derece barışcıl başlayan protestolar sonucunda uygulanan polis şiddeti sonucunda 4 kişinin öldüğü, yüzlerce kişinin de yaralandığı bir durumda, iktidar halkı karşısında hesap vermek yükümlülüğü taşımak zorundadır. Bu sorumluk ne öyle basitçe “kucaklayıcı ve sevecen” bir söylemle filan çözülebilir, ne de irili ufaklı miting yaparak iktidarın boy göstermesiyle. Hukuk dışına çıkan bu görevlileri devlet görevden alır, bunların bağlı olduğu bakan istifa eder ve böylece iktidar yönettiği kitleler karşısında güvenini tazeler. Çeşitli boylarda miting yapmakla tazelenen güven fantezisinden çok daha sağlam olur böylesi yenilenen bir güven.

Hükümet protestolardan “mesaj alındığını” söyledi. Hangi mesajı aldıklarını ve bu mesajın içeriğini duyma fırsatımız olmadı. Acaba alınan mesaj “demokratik rejim demek sandıktan çıkan yüzde elli destekten ibaret olmayıp hükümetin halka hesap vermesini ve hukuk dışı davranan görevlilerin görevden alınmasını içerir. Ayrıca bu kitle sesini sadece başörtüsü için değil tüm diğer hak ve özgürlükler için de çıkartacaktır” yolunda bir mesaj mıdır? Bunu öğrensek iyi olacak.