Zaman: Dindar görünümlü muhafazakârların demokrasi maskesiyle işledikleri günahlar saymakla bitmiyor

Zaman: Dindar görünümlü muhafazakârların demokrasi maskesiyle işledikleri günahlar saymakla bitmiyor

Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Abdülhamit Bilici, “Dindar görünümlü muhafazakârların demokrasi maskesiyle işledikleri günahlar ne yazık ki saymakla bitmiyor" diyerek, "Nitekim yaşadığımız birçok baskı ve zulmün yanı sıra medyayı susturma ve karartma girişimleri de bunun en açık göstergesi” ifadelerini kullandı.

Bilici, yazısında “Allah aşkına, tüm farklı sesler susturulup herkes AK Partili olunca mı rahatlayacaksınız?” ifadelerini kullandı.

Abdülhamit Bilici’nin Zaman’da “Muhafazakâr iktidarların demokrasi günahları” başlığıyla yayımlanan (16 Kasım 2015) yazının ilgili bölümleri şöyle:

Muhafazakâr çevreden gelen ve dindar bir ailenin çocuğu olarak üniversitede Siyaset Bilimi okurken, İlkay Sunar, Binnaz Toprak, Üstün Ergüder, Suna Kili gibi değerli hocalarımızdan siyaset teorisini ve Türkiye'nin yakın dönem siyasi tarihini öğrenmek çok farklı bir tecrübeydi.

Hemen hepsi dünyanın saygın üniversitelerinde doktoralarını yapmış ve hâlâ ülkemizin düşünce dünyasında önemli bir yeri olan bu hocalar, bilimin hakkını vererek Osmanlı'nın son dönemindeki reform çabalarından İttihatçı döneme, Cumhuriyet'in ilk 25 yılına damgasını vuran tek parti sürecinden çok partili hayata geçişe tüm kritik dönemleri, artı ve eksileriyle anlatıyorlardı.

Kuşkusuz bu hocalarımızın şu veya bu dozda ideolojik aidiyetleri vardı. Ama bir iki istisna dışında, ideolojik ve kör bir tarafgirlik sergilemeden olan biten her şeyi farklı perspektiflerden anlatmaya çalıştılar. Osmanlı'nın son dönemine azıcık huzur sağlayan Sultan II. Abdülhamit'in diplomasi başarısından ve reformlarından bahsettikleri gibi, baskıcı rejiminden, aydınların çektiği sıkıntılardan, sansürden ve bir vebaya dönüşen jurnalcilikten de bahsettiler. İttihatçıların özgürlük idealini ve Meşrutiyet için verdikleri mücadeleyi anlattıkları gibi, gazeteci suikastlarını ve 1912'de iktidar tekelini ele geçirdikleri “sopalı seçimleri” de paylaştılar.

Meclis idaresinde gerçekleştirilen Kurtuluş Savaşı'nın faziletleri ile çağdaşlaşma reformlarının yanında İstiklal Mahkemeleri'ni, Takrir-i Sükun dönemini ve Dersim'i de öğrenmiştik. Derslerde ve okuduğumuz makalelerde Menderes ile demokrasi ve çok partili hayata geçişin güzelliklerini, ekonomik reformları gördüğümüz gibi, son 3 yılında tahkikat komisyonunu, Vatan Cephesi'ni, muhalefeti baskı altına alma, eleştirel medyayı susturma girişimlerini de anlatıyorlardı.

O yaşlardaki herkesten bekleneceği gibi, biz gençler taraftardık, her şeye ideolojik ve siyah beyaz şeklinde bakıyorduk. Muhafazakâr olanlarımız Abdülhamit'in istibdat döneminin, Menderes'in son yıllarındaki otoriterliğinin solcuların, Kemalistlerin iftirası olduğunu düşünüyordu. Belki de o yanlışlarla yüzleşmek istemiyorduk. Solcu ve Kemalist olanlarımız da İstiklal Mahkemeleri'ni, Dersim'i, Takrir-i Sükun'u görmek istemiyor ya da bir şekilde tevil ediyordu. Acı gerçekleri, hocaların ideolojisine bağlamayı tercih ediyorduk. Abdülhamit veya Menderes'in yanlışlarını söylüyorlarsa bize göre bunu laikçi/Kemalist olduğu için diyordu. 

Bugün dindarlık iddiasındaki muhafazakâr bir iktidarın ülkede estirdiği baskıcı havayı, farklı düşünen herkesi terörist ilan etme gayretini, adaleti sıfırlayıp medyayı susturma girişimlerini gördükçe kendi adıma hocalarımıza haksızlık ettiğimi düşünüyorum. Tarihimiz tek düze değil ve kendini hep mağdur sayan muhafazakâr kesimin de demokrasi karnesinde birçok zayıfı olduğunu ve Menderes'in idamı gibi acı finaller nedeniyle bu defolar üzerine yeterince düşünmediğimizi anlıyorum. Oysa tarihe biraz serinkanlı bakabilsek, Mehmet Akif ve Said Nursi gibi öncü muhafazakârların İslam siyaseti güden Abdülhamit'in istibdadına karşı çıktığını, özgürlük arzusuyla Meşrutiyet'i savunduklarını görürüz. 100 yıl önceki bu tablo ile bugün İslam siyaseti güden baskıcı Erdoğan iktidarı karşısında duran Fethullah Gülen'in demokrasiyi savunan çizgisi arasındaki ilginç benzerliğe kafa yorardık.

Evet, muhafazakâr iktidarların demokrasi karnesinin hiç parlak olmadığını neredeyse her gün tecrübe ediyoruz. Dindar görünümlü muhafazakârların demokrasi maskesiyle işledikleri günahlar ne yazık ki saymakla bitmiyor. Nitekim yaşadığımız birçok baskı ve zulmün yanı sıra medyayı susturma ve karartma girişimleri de bunun en açık göstergesi.

 

Samanyolu değil Türkiye ve demokrasi karartıldı

 

Ülkemizi Avrupa Birliği standartlarında bir demokrasi yapma vaadiyle yola çıkan iktidarın, Türkiye'yi Ortadoğu'da çok benzeri olan kapalı bir rejime dönüştürmeye yönelik iç karartıcı adımları sürüyor. Hafta içi matbaadan 3 adet gazete numunesi almak için polisler yanlarında TOMA'lar, helikopterler ve yüzlerce polisle İstanbul'daki binamıza geldi. Sadece gazete almaya gelen bu emniyet güçleri yazı işlerine kadar girip arama yapmaya kalktı. Bu nasıl bir hukuk tanımazlık ve ne büyük bir kindir, anlamak imkansız. Zaten aradığınız gazetenin nerede basıldığı yazılı. Her gün belli sayıda nüshası savcılığa teslim ediliyor. Ama maksat gözdağı vermek, işsiz bırakılan gazetecilerin kendi aralarındaki girişimlerini de önlemek olunca hukuk böyle rafa kaldırılıyor.

Dünyanın en büyük ekonomi liderleri G-20 için ülkemizde toplanmışken, farklı düşünen herkesin özgürce kendini ifade ettiği medya platformlarından biri olan Samanyolu TV'ye bağlı 13 kanal ve radyo hukuksuz bir şekilde karartıldı. Yüzlerce meslektaşımız işsiz kaldı. Evrensel hukuk ilkeleri, AİHM kararları, Anayasa hiçe sayıldı. Muhalefetin sesi biraz daha kesildi. Artık karşıt görüş yok denecek kadar az ülkemizde. Allah aşkına, tüm farklı sesler susturulup herkes AK Partili olunca mı rahatlayacaksınız? Kuzey Kore'ye, Saddam Irak'ına benzemiş bir Türkiye mi hayaliniz? Ülkemize yazık oluyor dedik, yine diyoruz. Öyle şeyler yaşanıyor ki, AK Parti kurucusu Bülent Arınç bile “Bunlar ancak diktatörlüklerde olur.” diyor. Artık düşünün. Böyle üçüncü dünya uygulamalarını hayata geçirenler kendilerine de yazık ediyorlar. Düşüncelerin hapsedilemeyeceğini aslında en iyi bu zulmü yapanlar biliyor. Her ne kadar baskı ve despotizm ile fikirlerin üzerine yürüseniz, ekranları karartsanız da insanların akıllarındaki ve kalplerindeki düşüncelere kelepçe vuramayacaksınız. Hukuk ve demokrasi normale döndüğünde tüm haksızlıkların hesabı sorulacak. O gün mazlumlar şerefiyle, zalimler ise utanç ve günahlarıyla baş başa kalacak.