Şehir Tiyatroları'nda “fahişe” tartışmasıyla gündeme gelen “Cibali Karakolu” oyununun başrol oyuncusu Zihni Göktay, “Yukarıdan ne bu oyunu kaldırın, ne de şunu söylemeyin de, bunu söyleyin şeklinde bir baskı gelmedi. Sahne kalkınca ağızlara sakız oldu tabi. Kendi oyunları 4-5 sıra doluyor diye kıskançlıktan geberiyor millet. Dışarıdan tiyatroyu yıpratmak için yapıyorlar bunu. Erhan’ı da kıskanıyorlar. Eğer bir sansür olsaydı benim Lüküs Hayat’ta söylediklerimi kaldırırlardı” dedi.
Nedim Saban’ın Cibali Karakolu’nda sansür tartışmasının fitilini ateşlemesinin ardından dün İstanbul Şehir Tiyatroları’nın Genel Sanat Yönetmeni Erhan Yazıcıoğlu iddiaları Radikal’e yanıtlamıştı. Bugün de söz sırası Cibali Karakolu’nun başrol oyuncusu Zihni Göktay’da.
Radikal’den Ümit Buget’in “Kıskançlıktan deliriyorlar” başlığıyla yayımlanan (23 Aralık 2014) söyleşisi şöyle:
Birkaç gün önce Zihni Göktay’la ilk sohbet ettiğimizde henüz Cibali Karakolu fırtınası başlamamıştı. Nedim Saban’ın açıklamalarıyla başlayan sansür iddialarının yankısı hâlâ devam ediyor. Konunun muhataplarından biri olan duayen sanatçı Zihni Göktay’a göre eleştirilerin alamet-i farikası kıskançlık.
28 sene Lüküs Hayat oynadıktan sonra iki ağır ameliyatla tiyatrodan bir süre uzak kalan ve bu sene Cibali Karakolu’yla tiyatrodaki 50. Yılını kutlayan Göktay’la, bir pencere camından harikalar yarattığı Ulan İstanbul’u, Yeşilçam anılarını ve 8 Ekim’de prömiyer yapan oyunların geçen haftaki galasından sonra yaşanan o tartışmaları konuştuk.
İşte fahişe rolüne sansür iddialarının diğer meselelerin bir adım önüne çıktığı o röportaj.
Bir pencere camından harikalar yaratıyorsunuz Ulan İstanbul’da. Servet karakteri ve diziyle ilgili sizin hissiyatınız nasıl?
Doğru cast doğru yönetmen ve doğru kanal olması çok önemli. Doğru bir günde meslekten olan insanlarla çekildiği zaman dizi tutuyor. Bizim ekipte tesadüfen gelmiş, mesleğin dışından biri hiç yok. Hepsi konservatuar mezunu tiyatrocu arkadaşlar. Bir haftada yetiştirebilmek için iki ekip birden çalışıyoruz. İki yönetmenimiz de fevkalade genç pırlanta gibi çocuklar. Dizinin en yaşlısı da benim zaten. Dizideki tüm genç meslektaşların yetenekleriyle iftihar ediyorum. Kamera arkasında da çok güzel bir ilişkimiz, sohbetimiz var. Benim anekdotlarımı, anılarımı can kulağıyla dinliyorlar. Hepsi çok memnunlar ben de onlardan çok memnunum.
Tosun Paşa’daki rüya kadroda siz de vardınız. O günlere dönüp baktığınızda ne düşünüyorsunuz? Tosun Paşa’dan ya da o dönem filmlerinden unutamadığınız bir anı var mı?
Tosun Paşa 35 mm ile çekildi. Kartal Tibet’in de ilk rejisiydi. Güreş yarışları, yumurta yarışları, çuval yarışları vardı. 27 iş günü çalıştık. Ne kadar prova yapsak da yapsak bir kere de çekilemiyordu tabi. 35’lik film de karaborsaydı o dönem, çok pahalıydı. Bir kere de olmayınca Kartal Abi çok sinirleniyordu çünkü o da Ertem Eğilmez’e hesap veriyordu. Aytaç Öztuna’nın babası Akil Öztuna vardı. Adile Naşit’in eşini oynuyordu. Kemerburgaz’ın çölünde deveden düştü, iç kanama geçirip öldü. Akil Öztuna ölmeden önce ilk yardım hastanesinde hasta yatağında bağladılar filmi. Aman bir boşluk olmasın, montajda bir şey olmasın diye.
Dizilerde tecrübeli oyuncalara teklif edilen rakamlarla ilgili zaman zaman haberlere konu oluyor. Bununla ilgili bir dönem sizin de şikâyetiniz olmuştu. Bu durumum biraz değişti mi? Tecrübeye hak ettiği değer veriliyor mu?
Değişen bir şey yok. Eski tas eski hamam. Sansasyonel hayat sürenlerin fiyatı her zaman daha pahalı oluyor, bu bir gerçek. Ben ne Kanyon’da ne İstinye Park’tayım. Mütevazı bir hayat tarzım var. Aristokrat ve sosyetik mekânlarda değilim. Ya evimdeyim ya tiyatromdayım. Ya provadayım ya çekimdeyim. 38 senedir süren mutlu bir evliğim var. Bunlar yapımcıların pek işlerine gelmiyor. İlla bir şeyler olacak ki fiyatınız yüksek olacak. Ben bundan şikâyetçi de değilim, alıştım artık. Şu da var ki genç sanatçılar haklarını bizden daha iyi savunuyorlar. Ambalajlarını sıkı tutuyorlar ve bizden daha iyi pazarlık yapıyorlar. Biz tevazu içindeyiz, fazla tevazu yaptığın zaman da inanıyorlar, gerçek zannediyorlar.
Cibali Karakolu’ndan fahişe sahnesinin çıkartılması son günlerin en çok konuşulanlarından biri oldu! Burada olan şey sansür mü?
Oyun iki buçuk saati geçmeye başladı. Üç dekor vardı. Dekorlar değişiyor, millet toplanamıyor, on beş dakikalık antrakt yirmi dakika oluyordu. Bazı lüzumsuz sahneler de vardı. Biz sezona yetişebilmek adına çalışmalara alelacele başladığımız için oyunu çok kısa zamanda çıkardık. 15 gün daha prova yapabilseydik bu polemiklerin hiçbiri yaşanmayacaktı. Netice itibariyle oyunu toparlamak için iki bölümü birleştirdik ve fazla sahneleri attık. Nedret Demirhan ve ErhanYazıcıoğlu bu sahneleri ayıklayınca Betül Hanım'ın rolü de ortadan kalkmış oldu. Yoksa yukarıdan ne bu oyunu kaldırın ne de şunu söylemeyin de bunu söyleyin şeklinde bir baskı gelmedi. O sahne de kalkınca da ağızlara sakız oldu tabi. Kendi oyunları 4-5 sıra doluyor diye kıskançlıktan geberiyor millet. Dışarıdan tiyatroyu yıpratmak için yapıyorlar bunu. Erhan’ı da kıskanıyorlar. Eğer bir sansür olsaydı benim Lüküs Hayat’ta söylediklerimi kaldırırlardı. Orada ben dünyanın eleştirisini yapıyordum, yine aynı hükümet vardı ve hiçbir şey olmadı.
Hürriyet’ten Ezgi Atabilen’e verdiğiniz röportajda ‘İlla hükümet mi soyacak!’ sözünün metinden çıkartılmasıyla ilgili açıklamanız bu konuyla ilişkilendirerek konuşuldu. Bu meseleyle onun bir bağlantısı var mı?
Onu Erhan söyledi bana zaten, benim haberim yoktu. ‘Beyaz Masa’ya şikâyet etmişler, ‘hükümet soygunculukla suçlanıyor’ diye. O laf Muammer Bey'in teksinde vardı. Doğaçlama, tulûat falan değil orijinal metinde var. Hükümet yanlısı, yandaş bir vatandaş durumdan vazife çıkarıp Beyaz Masa’ya gitmiş. Erhan onun cevabını vermiş ama ‘Neme lazım, fincancı katırlarını ürkütmeyelim, kimsenin ağzına sakız vermeyelim’ dedi. Bu hadiselerden çok önce oldu bu. Bu tartışmalarla hiçbir ilgisi yok! Biz de ‘Aman seyircimiz rencide olmasın’ diye, tedbiren o espriyi çıkarttık. Ne Gezi’yle ne 17 Aralık'la ne de 25 Aralık’la ilgisi olmayan 1951 yılında yazılmış bir metin.