New Statesman tarafından internette yayınlanan “Teröre Karşı Savaş” hakkındaki kısa makalem kesinlikle eşgüdümlü bir kampanya gibi gözüken bir dizi eleştirel tepkiye sebep oldu. Bu eleştiriler kısa bir yanıtı hak ediyor.
Metnimde alıntılanan ve hatalı bir şekilde Türk istihbaratının başındaki Hakan Fidan’a atfedilen ifadelerle ilgili mesele gayet basit ve net. Arkadaşlarım bana bu ifadelerle ilgili bilgi verdikten sonra bu ifadeleri internette arattım ve bu ifadelerin geçtiği birkaç web sitesi buldum, ayrıca bu ifadelerin varlığını tekzip eden hiçbir web sitesi de bulamadım. Ben de bu ifadeleri alıntıladım, ifadeleri bulduğum web sitesinin de ismini verdim. Bu ifadelerin yanlış olduğunun fark edilmesinden sonra da ifadelerin yer aldığı paragraf hemen silindi. Elimdeki sınırlı kaynaklarla daha fazla ne yapabilirdim? Bu hadiseyi benim sözde “intihal ve uydurma tutkumu” gösteren bir dizi içine yerleştirme çabalarını tamamen abes buluyorum. Beni kendi yazdıklarımı aşırmakla bile (New York Times’da yayınlanmış bir makalemde kendi kitabımdan iki pasaj kullandığım için) suçluyorlar.
PKK’nin bazı eylemleri kesinlikle sorunludur, ancak PKK’yi terörist bir örgüte indirgemek ve Kürtlerin durumunun kökünde yatan sebepleri yok saymak anlamsız bir müstehcenlik
Ancak bu tartışmadaki asıl ses al Jazeera’nin internet sitesinde “Zizek, Türkiye ve entelektüel ciddiyetsizlik” isminde hayli garip bir görüş yazısı yazan Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı sözcüsü İbrahim Kalın’ınkiydi.[1] Kalın bu yazıda “Türkiye'nin her nasılsa Paris saldırılarından sorumlu olduğu yönünde gülünç iddialarda” bulunduğumu öne sürüyor (böyle bir iddiam kesinlikle olmadı), ve “Türkiye'nin IŞİD'den petrol satın aldığı”nı söylediğimi iddia ediyor (ki bunu da asla söylemedim), ve son olarak “Türkiye'nin Suriye'de IŞİD ile mücadele eden Kürtlere karşı savaştığı” iddiasında bulunduğumu ileri sürüyor ki ben böyle bir iddiada da bulunmadım.
Benim iddialarım kaynaklarımın bariz sınırlarıyla da uyumlu olarak çok daha mütevazı ve ihtiyatlı: Türkiye tarafından IŞİD’e yönelik “iyi niyetli ihmal”den, IŞİD’in petrol ticaretini “kolaylaştırmak”tan bahsettim. Türkiye’nin Suriye’deki değil, doğrudan Türkiye’deki Kürtlere karşı saldırılarından bahsettim ve Paris saldırılarıyla ilgili hiçbir şey söylemedim. Gayet açık bir şekilde bütün tarafların, Rusya ve Batı’nın, Türkiye, Suudi Arabistan ve İran’ın suçlu olduğunu söyledim. Suriye’yi bombalama operasyonlarında Rusya’nın Esad yanlısı bir ajanda izlediğinin ve Esad’a karşı IŞİD dışındaki muhalefeti de bombaladığının gayet farkındayım. Kaynaklarımı (Rus değil) Batı medyası ve muhalif Türkiye medyasında çıkan sayısız haber ve yorum yazısı oluşturuyor – mesela David Graeber’in The Guardian’daki yazısına göndermede bulunmuştum.
Benim aksime İbrahim Kalın resmi bir sözcü olarak yazıyor ve bize durumun resmi yorumunu sunuyor. Medyadaki haberleri izlediğim kadarıyla en azından şunu söyleyebilirim: İbrahim Kalın’ın sadece bazı iddialarını değil, bütün duruşunu bir hayli sorunlu buluyorum. Kalın bana PKK terörü hakkındaki sessizliğim için serzenişte bulunuyor (bu serzenişi anlamsız buluyorum: tabii ki bundan bahsetmedim, zira zaten kısa olan yazımın konusu bu değildi), Kalın’ın Kürt direnişini nasıl terörizme indirgediğini politik ve etik olarak son derece sorunlu buluyorum. İbrahim Kalın, Kürtlerin kaderinin suni sınırlar dayatarak Kürtleri dört ülkeye bölen –İran, Irak, Suriye ve Türkiye- ve onları kültürel ve siyasi özerklikten mahrum bırakan sahici bir sömürgecilik trajedisi olduğu gerçeğini, apaçık bir olguyu yok sayıyor.
Bir gözlemci bir seçim yapmalı: Bütün bu suçlamalar devasa bir komplonun parçası mı, yoksa gerçekten de çürümüş bir şey mi var Türkiye’nin hâlinde/ devletinde?
Kalın şöyle yazıyor: “PKK, IŞİD ile savaş bahanesiyle kendi işlediği terör suçlarını gizlemeye çalışıyor. İşin aslı şu ki Türkiye Suriye'de Kürt hedeflerini bombalamıyor. Sadece Türk ve Kürtlerin hayatını tehlikeye atan PKK'lı teröristlerin peşinde.” PKK’nin bazı eylemleri kesinlikle sorunludur, ancak PKK’yi terörist bir örgüte indirgemek ve Kürtlerin asıl durumunun kökünde yatan sebepleri yok saymak anlamsız bir müstehcenliktir. Okuduğum birçok haberden edindiğim izlenim şu: Türkiye kesinlikle IŞİD’in peşinden gittiğiyle kıyaslanamayacak kadar şiddetli bir şekilde “PKK'li teröristlerin” peşinden gitmektedir ve bunu Kürtlerin haklı kültürel ve siyasi özerklik taleplerini ciddi bir şekilde ele almadan yapmaktadır. Türkiye “teröre karşı savaş” fikrini destekledi, böylece, bu bayrak altında Kürtlere karşı yeni bir şiddetli saldırı dalgasını devreye sokabildi. Bu saldırı dalgası sadece PKK’ye değil (PKK içinde silahlı mücadeleden vazgeçmeye hazır kuvvetli güçleri görmezden gelerek) aynı zamanda “terörün kamusal yüzü” diye mahkûm edilen yasal Kürt siyasi örgütlerine de yöneliktir. Asıl soru, Kürt silahlı mücadelesinin ne ölçüde Türkiye devletinin zulmüne karşı bir tepkiden ibaret olduğudur.
Kalın’ın iddiasını son derece sorunlu bulmamın sebebi budur: “Eğer teröre karşıysak, IŞİD, El Kaide, Boko Haram, ETA veya PKK kaynaklı olup olmadığına bakmadan her türlüsüne karşı durmalıyız.” Evet, ama aynı zamanda hepsinden daha tehlikeli olan DEVLET terörüne de karşı olmalıyız. “PKK'nın Marksist-Leninist bir terör örgütü olması, işlediği suçları aklamaz.” Evet, ve Türkiye’nin bir devlet olduğu gerçeği de Türk devletinin işlediği suçları aklamaz.
Türkiye kendi kimliği için verilen bir mücadelenin ortasında, gazeteciler Can Dündar ve Erdem Gül hadisesi bunun göstergesi
Şöyle devam ediyor Kalın: “Avrupa ve ABD'deki terör eylemlerinin büyük çoğunluğunun oralarda yetişmiş teröristler tarafından düzenleniyor oluşu, Batılı toplumlarda çok kültürlülük ve toplumsal muhayyilenin başarısızlığına dair bir ikaz olmalı.” Hâkim Batılı çok kültürcülüğü uzun zamandır eleştiriyorum, peki ama bunun yerini tam olarak ne almalıdır? Kesinlikle Türkiye’nin kendi öteki “kültür”lerine, özellikle de Kürtlere yaklaşım biçimi değil. Kalın’ın ifadelerini başka bir bağlama uyarlayıp açmak gerekirse: PKK eylemleri bir ikaz, Türkiye’nin Kürtlere yaklaşım biçiminin başarısızlığının, Kürtlerin kültürel ve siyasi özerkliklerini elde etmelerine müsaade etmekteki “toplumsal muhayyile” eksikliğinin net bir işaretidir.
Meselenin özünün Türkiye’nin Kürtlerle nasıl ilişkilendiğine bağlı olmadığı da gayet açıktır. Türkiye’nin Kürtleri özerk bir etnik grup olarak bütünleştirememesi Türkiye’de devam eden daha büyük bir mücadelenin de parçasıdır -ki bu Türkiye’nin ne olduğu ve ne olacağıyla ilgili bir mücadeledir. Türk devlet aygıtıyla entelektüeller, gazeteciler vs. arasındaki süregiden gerilimler – 2013’teki Gezi Parkı protestolarında görkemli bir şekilde patlak veren gerilimler- Türkiye’nin kendi kimliği için verilen bir mücadelenin ortasında olduğunun da açık bir belirtisi. Erdoğan rejimine muhalif siyasi güçler hâkimiyeti elde ettiği takdirde, Kürtlerin mücadelesinin de yeni bir döneme gireceğini tahmin etmek için sağlam sebepler var.
Cumhuriyet gazetesinin genel yayın yönetmeni Can Dündar ve gazetenin Ankara bürosu şefi Erdem Gül’ün hadisesi bu zor durumun göstergesi. Dündar ve Gül, Türkiye istihbarat teşkilatının Suriye’deki İslamcı isyancılara silah yolladığını ortaya koyduktan sonra casusluktan ve “devlet sırlarının ifşasından” suçlandılar ve duruşmaya çıkarılmadan gözaltına alındılar. Erdoğan, Dündar hakkında kişisel bir şikayet dilekçesi verdi ve Dündar’ın birçok kez müebbet hapis cezasına çarptırılmasını talep etti.
Bu tip hadiseler bizi günümüz Türkiye'sinde neler olup bittiğiyle yüz yüze getiriyor: Basın özgürlüğüne tehdit, İslamcılarla müstehcen bağlar vs. Bir gözlemci burada bir seçim yapmalı: Yüzlerce metinde geçen bütün bu suçlamalar devasa bir komplonun parçası mı – yoksa gerçekten de çürümüş bir şey mi var Türkiye’nin hâlinde/devletinde?