METİN KAAN KURTULUŞ
Zülfü Livaneli tanımlanması çok zor bir sanatçı. Kendisi unutulmaz romanlar yazmış bir yazar, ülkemizin tarihinin en büyük konserlerinden bazılarını vermiş, unutulmaz dizelere unutulmaz besteler yapmış bir müzisyen ve sinemaları doldurmuş filmlere imza atan bir yönetmen. Livaneli’nin yaptıkları bunlarla da sınırlı değil; kendisi bir dönem köşe yazarlığı ve milletvekilliği de yaptı.
“Rüzgarlar Hep Gençtir” adlı kitabı yayınlanmadan önce T24’ün sorularını cevaplayan Livaneli, Türkiye’de sanatçı olmak ile ilgili olarak “Türkiye, muhalif sanatçılar için her zaman bir cehennem yaratmayı bilir. Yirmili yaşlarımda askeri hapishanedeydim, yetmişli yaşlarımda hapishane nöbetlerinde. Hayatımız yasaklarla geçti. İlk albümüm hâlâ yasak” diyor. Livaneli yaşadığı her şeye rağmen “Rüzgarlar Hep Gençtir” kitabında “Şimdi bile bir güzelliği izlemek, yaratmak ya da desteklemek uğruna akrebin zehrine katlanırım ve bu ülkümü yakın çevremle paylaşıp onları cesaretlendirmeye çalışırım” diye yazmış.
“Rüzgarlar Hep Gençtir” Doğan Kitap bünyesinde bulunan DEX tarafından yayınlanıyor. Livaneli’ye sorduğumuzda kitap hakkında “Kitabın arka kapağında ve içinde özenle belirttiğimiz gibi yepyeni bir kitap değil bu. Sevdalım Hayat adlı öz yaşam öykümün gençler için uyarlanmış, biraz sadeleştirilmiş hali. Daha önce ‘’Son Ada’’ adlı romanımın da gençlik versiyonunu yayınlamıştık. ‘’Son Adanın Çocukları’’ adını taşıyan bu kitap okullarda büyük bir ilgi gördü, çok sayıda öğrenci tarafından okundu. Genç kuşaklara ve çocuklara ulaşmak hoşuma gidiyor elbette.” diyor.
Livaneli’nin T24’ün sorularına verdiği cevaplar şöyle:
Yeni kitabınız “Rüzgarlar Hep Gençtir”, Yaşar Kemal’in umut dolu şiiri “Merhaba” ile başlıyor. Bu, gelecekten duyduğunuz umut ile mi bağlantılı?
Umut konusunu Yaşar abiyle çok konuşurduk. Umut bir yazar için ahlaki bir sorumluluktur. Elbette tutarsız bir hayalcilikten söz etmiyorum. Yazar, içinde insanlığa, insan yüreğindeki temizliğe, aydınlığın karanlığı yeneceğine inanmıyorsa niye yazsın ki? Biz Akdenizli yazarlar bu disipline bağlıyız, Orta Avrupalılar gibi değiliz. İnsanlık mutlaka ileri gider ama bu dümdüz bir çizgi gibi olmaz. Zikzaklar yapar. Sizin ömür diliminiz eğer bu zikzağın düşüş bölümüne rastladıysa umutsuzluğa kapılırsınız elbette. Ama daha sonra mutlaka bir yükseliş dönemi gelir, siz göremeseniz bile. Nazım’ın ihtiyarı bu amaçla diker zeytin ağacını.
Kitabın sonunda da kendinizi “Kendi ülkesindeki antidemokratik rejimlerin bir sivrisinek gibi ezmek istediği bu insan” olarak tanımlıyorsunuz. Sizce farklı sanat dallarında bu kadar çok kişiye dokunan eserler vermenizin nedeni bu karşılaştığınız baskı ve verdiğiniz mücadele mi?
Sanırım öyle. Devlet, çocuklarını yiyen Satürn gibi aydınlık kuşakları sistemli bir biçimde yok etti. Bir anlamda kendi dilini kesti; bir kan davası yarattı. Montparnasse parkındaki günlük gezintilerimizde Abidin Dino bunu çok güzel anlatmıştı Nazımlı yıllardan söz ederek. ‘’Bazen bir ülkenin yaratıcıları bir futbol takımı gibi atağa kalkar, birbirini besleyerek coşkulu bir yaratı dönemine girer ama bizde buna hiçbir zaman izin verilmedi. Bizim kuşağı darmadağın ettiler, Nazım Rusya’ya ben buraya, hepimiz çil yavrusu gibi dağıldık’’ demişti. Ve bunları anlattığı zaman ben de genç bir sürgündüm.
Bir belgeselde Cem Karaca ile ilgili bir anınızı anlatmıştınız; Karaca’nın babasına müzisyen olmak istediğini ve babasının buna çok memnun olduğunu ama “Ülke yanlış” dediğini söylemiştiniz ve bu ülkede sanatçı üvey evlattır demiştiniz. Neden böyle düşündüğünüzü anlatabilir misiniz?
Ah sevgili Cem. Bu anıyı Münih’te bir birahanede gülümseyen bıyıklarının altından anlattığı akşam canlandı gözümde. Cem’in babası haklı bir bakıma. Türkiye, muhalif sanatçılar için her zaman bir cehennem yaratmayı bilir. Yirmili yaşlarımda askeri hapishanedeydim, yetmişli yaşlarımda hapishane nöbetlerinde. Hayatımız yasaklarla geçti. İlk albümüm hâlâ yasak. Bunu Theodorakis’e anlattığım zaman inanamadı. Rekorun kendisinde olduğunu sanıyordu. Arthur Koestler, 13. Kabile kitabında Hazar Türklerinden söz eder. O zamanın gezginlerinin anlatılarına dayanarak bu halkın garip bir adeti olduğunu vurgular. İçlerinden sesiyle, zekasıyla, yetenekleriyle sivrilen birisi çıktı mı, onu ‘’Bizden çok tanrıya layık’’ diye asarlar der. Şimdi durum çok farklı mı sizce.
Neden son zamanlarda ekranlardan ve sahneden uzak duruyorsunuz?
Popüler kültürün bir parçası olmayı hiçbir zaman sevmedim ama son yıllarda bu sevgisizlik neredeyse bir nefret halini aldı. Popüler olan hiçbir şeye yaklaşmıyorum. Ayrıca müzik alanında içimdeki ezgiyi yıllarca ve herkesle paylaştım. Ömrümün son yıllarında anlatacağım hikayeler beni yazmaya zorluyor. Bu yüzden sadece yazıyorum.
Ayrıca bu kararda ülkenin ve dünyanın durumu da etken. Düşünsenize gazetelerde köşe yazarlığı defterini kapattım. Unesco elçiliğinden, CHP’den istifa ettim, meclise girme önerilerini geri çevirdim, konserleri ve albüm yapmayı bıraktım. Hayatta bana, ne yaptın diye sorsalar galiba ‘’Hep istifa ettim.’’ diyeceğim. Şaka bir yana hayat boyu tanık olduğum haksızlıklara, zulme, ayak oyunlarına, ihanetlere, hırslı kişilere, ego patlamalarına, ahmaklıklara tahammülüm azaldı.
“Rüzgarlar Hep Gençtir” kitabınızda tanıştığınız birçok insandan, arkadaşlık kurduğunuz birçok unutulmaz isimle ilgili anılarınızdan bahsediyorsunuz. Hayatınızda en unutamadığınız karşılaşma hangisiydi?
Hayatımı değiştiren karşılaşma hiç kuşkusuz Yaşar Kemal’dir. Sonra Abidin Dino, Mikis Theodorakis gelir. Bunlar benim üniversitelerimdir. Elia Kazan’ı da saymalıyım elbette.
19 Mayıs 1997’de çok az müzisyenin yaşayabileceği bir şeyi yaşadınız: Yarım milyon kişiye konser verdiniz, onlarla beraber şarkılar söylediniz Ankara Hipodrom Meydanı’nda. 500 bin kişinin önünde sahneye çıkmak sizde nasıl bir duygu yarattı?
Sarsıldım diyebilirim. Yağmurlu bir gündü. Öğle saatlerinde prova için hipodroma gittiğimde o uçsuz bucaksız alan gözümde daha da büyüdü. Eşime, ‘’Ya Ülker, bu havada kim gelecek buralara’’ dedim. Alan boş kalacak gibi geldi. Hiç yaşamadığım ama hep korktuğum bir karabasandır bu durum. Akşam akın akın geldi insanlar. İnanılmaz bir kalabalıktı. Bir ara konuşma yapmak için sahneye çıkan rahmetli Erdal İnönü kulağıma, ‘’Hala geliyorlar, hiç böyle bir şey görmedim.’’ diyordu. Çankaya Belediyesinin hesaplarına göre 1 milyonu aşkındı dinleyiciler. Elbette gurur duydum ama beni asıl gönendiren şey, o kitlenin türkülerimi hep bir ağızdan söylemesiydi. Ki o bestelerin bazıları, hipodroma hiç de uzak olmayan Yıldırım Bölge mahpusunda yazılmıştı.
Bir gün tekrar aktif siyaset yapmayı düşünür müsünüz?
Aman aman. Zaten zoraki siyasetçiydim. Beni kim itti hâlâ onu araştırıyorum. Dünyada benden başarısız siyasetçi bulmazsınız.
Kitaplarınız 36 farklı dile çevrildi. Şu anda eserleriniz sadece Türkiye’de değil, dünyanın onlarca yerinde okunduğunu, adınızı doğudan batıya birçok ülkenin vatandaşlarının bildiğini bilmek size nasıl hissettiriyor?
Bu durum hiç aklıma gelmez. Ben belki tanınmış ama star olmamış bir insanım. Herkesin bir işi var, ben de işimi yapıyorum. Şöhret bir yan üründür ve birçok kişide tanık olduğum gibi eğer peşine düşer, kendinizi önemli adam gibi hissederseniz başınızı belaya sokar.
Ömrünü sanata adamış bir insan olarak, size ilham veren bazı isimler kimlerdir?
O kadar çok ki. Geçenlerde Rusça yayınlanan kitabım dolayısıyla o ülkede bir okuma turuna çıktım. Bir konferans için Kazan üniversitesine gittiğimde Tolstoy’un ve Lenin’in o okulda okumuş olduklarını öğrendim. Tolstoy, Kazan Üniversitesi’nden atılmış. Başarısız olduğu derslerden biri de Türkçe. Okuduğu derslik olduğu gibi duruyormuş. Rica ettim, götürdüler, sırasına oturdum; ömrümün en heyecanlı anlarından biriydi, kalbim çarptı. Tabi bir de Nazım. Pusulamız, deniz fenerimiz büyük Nazım. Çankaya Belediyesi ikimizin heykelini dikmiş. Hayatta bundan büyük bir sürpriz olamazdı benim için. Anıtın açılış töreninde bayılmadığıma hâlâ şaşıyorum.
Bütün sanat hayatınızı toplumları birleştirme, eşitlik ve demokrasi çabası üzerine inşa ettiğinizi söylüyorsunuz. Hayallerinize ne kadar yaklaşabildiğinizi düşünüyorsunuz?
Hacca gitmeye çalışan topal karıncanın hikayesini bilirsiniz: Sen bu ayakla oraya varamazsın diye alay edenlere, olsun o yolda ölürüm ya dermiş. Benimki de o hesap. Hayallerimin uzağına da düşsem, gençliğimdeki ilkelerden vazgeçmem. Bir de işin başka cephesi var. Namuslu yaşayan insanların namuslu ölmek gibi bir borçları olduğuna inanırım. Sana inanmış insanları hayal kırıklığına uğratmak suçtur. Dönekliğin en kötü yanı da bu. Düşünsenize Nazım Hikmet, Yaşar Kemal dönseydi, ne kadar acı çekerdik. Ağaçlar ayakta ölmeli.
Sizce neden “herkesin kendi yarattığı bir ‘Livaneli’si var?
Son yıllarda bu durum biraz azaldı ama ilk başlarda herkes kendince bir rol uydurdu bana. Yurt dışındaydım. Albümlerime ‘’artiz’’ resmi koymuyordum, yüzüm, kim olduğum bilinmiyordu. Milyonlarca korsan kasette başka insanların resimleri vardı. Bunun gibi bana siyasi kimlikler de yakıştırıldı. Ben de hep tekrarladığım sözü söyledim: ‘’Lütfen beni bu kadar çabuk anlamayın’’ Kategorize etme meselesi. İyi kötü bir şeyler duyan insan seni bir çekmeceye kapatıp kilitliyor. Sonra senin farklı bir insan olduğunu görünce de değiştin sanıyor. Sanırım ben değişmedim ama geliştim. İkisi ayrı şey. Gelişmemek hayata aykırı. Hayatım boyunca militan değil sanatkar (sanatçı dememek için), şarkıcı değil besteci, fanatik değil geniş görüşlü olduğumu anlatmaya çalıştım. Galiba benim asıl kitlem, gelişime açık hümanist, iyi niyetli insanlar. Hepsine selam olsun. Size de teşekkür ederim.