"İstediğimiz kadar bilimsel ırk kavramının yalan olduğunu kabul edelim, gözlerimiz bize yalan söylemez, insanların arasındaki renk farkını görmeden geçemiyoruz"
Stuart Hall, "Irk, Etniklik, Millet", 2017
Nasıl oldu da böyle olduk? Bu soru olumlanmak üzere sorulmuş bir sorudur. Evet nasıl olduk veya ne olduk? Bir kuş bakışı gerekecek, bu sorunun cevabını vermeye çalışırken. Osmanlı döneminden Cumhuriyet'in sonrasına kadar benzer modernleşme, uygarlaşma çabası hakimdi (Ziya Gökalp hars ve medeniyet ayrımıyla en çelişkili modern değil miydi?). Modernleşmeye başlayan toplumun öncüleri, siyaset yapan edebiyatçılar, gazeteciler Batılı normların üzerine düşünmekteydiler. Buradan bir taraftan medeniyete ulaşmak için başka bir yeni teknolojiye ihtiyaç duyulmaktaydı. Gerçi diğer taraftan da "medeniyet tek dişi kalmış bir canavardı". Bu, "sosyal teknoloji" olarak da bu şekilde gelişti. Bütün bunları neden tekrar yazmak zorunda kaldığım sorulursa (bildiğimiz şeyler neticede) sadece akıl yürütmenin bir tarzı olduğundan diye cevap vereceğim.
Peki, medeniyet ve Batılılaşma kabul gördü mü? Neden Osmanlı'dan beri bir yandan medeniyetin kadın erkek ilişkilerini düzenlediğini kabul edip, diğer yandan da Batı'nın "şeytanlaştırılmasına", emperyalizminin hatırlatılmasına, kapitalist üretim tarzının oradan kaynaklanmasına dikkat çekiliyor ve yine de aristokratların yerini alarak yeni bir hâkim sınıfın Batı'da ortaya çıktığı gibi bir burjuva toplumu arzulanıyor.
İkili bir dinamiğin düğümünden bahsetmek gerekecek (modern ve modern-öncesi). Uygar vatandaş olmak ile Batılı normlara sahip olmak arasındaki denklemin ardından kıyafet devriminin geldiğini de hatırlayacağız. Dini değerlerin siyasileşmesini sağlayan "tekke ve zaviyelerin" men ve ilgası da bu medenileşme sürecinin parçası değil miydi? Üfürükçülükten, şeyhlikten, müritlikten bilime doğru geçilecekti.
İki ayrı sosyal, siyasi ve kültürel oluşumun yan yana gelmesi sırasında en belirgin unsurun "görünüm" olduğunu söylemek gerekmeyecek mi? Şehirlerde erkeklerde ceket, gömlek ve kravat, kadınlarda ise dizlerin altında etek zorunluluğu devlet dairelerinin bir kuralı değil mi? Bir yanda bu coğrafi alanda yer alan şehirlerin Batılı tarzda (Paris, Londra, Viyana vb.) görünümünün benzerini İstanbul, Ankara, İzmir vb. gibi şehirlerde görmeye başladığımızda, diğer yanda köy kıyafetleriyle köylüler var. Poturlu, fesli, sarıklı, yelekli, cepkenli ve kuşaklı erkekler ile, çarşaf giyen veya baş örtüsü takan, göynekli, zıbınlı ve birzaklı, şalvarlı, peştamallı ve ayakları göstermeyecek şekilde kesilmiş entariler giyen kadınlar ile köyde yaşayanlar ve daha sonra iç göçle bu kıyafetlerle köyden gelenler yok mu? Yine her ulus-devlet içinde olduğu gibi değişik ağızlardan konuşan vatandaşlar yok mu? Burada yaşam tarzının belirleyen görünümler ve sesler arasındaki sosyal zıtlıklar ortaya çıkmakta.
1950'lerden itibaren, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Batılı ve şehirli kıyafetler benimsenmeye başlandığında, şehre gelenlerin şehirli kıyafetlere ve adetlere ayak uydurmaya çalışmasıyla birlikte modern burjuva kıyafeti tözselleştirildi. Esas olan, belki kurallarla ve tamimlerle, daha sonra da içselleştirmeleriyle birlikte bu kıyafetlerin uygulanmasını ve kabul görmesini yaşadık.
Ancak 1950'lerden itibaren yine görümüm farklarına doğru gidildi. Eski normların geri geldiğini, siyasi amaçlar doğrultusunda bunu ortaya koyduğunu gördük. Görünüm ve sesler tekrar eski normlara geri dönerek toplumsallaştırıldı. Burada zorlama olarak kabul edilen Batılılaşma ve karşıtlarını gördük. Batılı normlar içinde ikili kıyafet imkânı öne sürülmeye başlandı. 1960'dan itibaren normlar tekrar modernleştirildi, Batılılaştırıldı. Bu sadece görünümde değildi, dildeki sadeleşmeyle sesleri başka bir yere doğru kaydırmasını bildi ve on yıl sonra Öz Türkçe kelimelerin seslerini duymaya, okumaya ve kullanmaya başladık. Burada yine sesler ikiye bölündü: Arapça ve Farsça sesler ile Orta Asya Türkçesinden gelen sesler arasında bir duyma farkı ortaya çıktı. Görünümde kıyafetler, dilde sesler ayrıştı. Ve bu seslerin ayrışmasının kıyafetlere yansıdığını da gözlemledik.
1968 sonrası Batı'da ceket-kravat ile diz altı eteklerin yerini bleu-jean ve kazak ile "mini etek" ve maksi pardösü" aldı. Türk Halk müziği ile Klasik müzik arasındaki ayrım yerine, yani iki ayrı yüksek ve popüler kültür yerine ikisinin arasından bir sembolik gibi fırlayan "Yeye müziği" ve şansonlarla birlikte "aranjman Türkçe sözlü hafif Batı müziği" ortaya çıkıverdi. Burada aslında özselleştirmelerin ötesine doğru gitmeye başlayan Anadolu Rock başladı. Bu melez bir müzik tarzı yavaşça, göçün çoğalmasıyla birlikte arabeske yerini bıraktı. Burada alt ve üst kültür buluşmadılar mı? Bana kalırsa buluşuldu (kültür sınıfsal ve tarz olmaktan çıktı). Öz yerini töze bırakmak şöyle dursun, karmaşık bir düğüm kendisine yer açtı. Arabesk burjuvazisi burada gelişmeye başladı ve toplumsal ses ayrımlarını ve görünüm farklarının ötesine geçen bir sosyalleşme ortaya koydu. Bu anlamda seslerin ve kıyafetlerin düğümlenmesini yaşadık. İç içe geçen kültür farkları içinden gelen bir çizgi, siyasi olarak köyden gelen şehir kültürünün üzerine odaklanmaya başladı.
Burada siyaset popüler olan ile muhafazakâr olanın arasındaki ayrımı es geçti. 1980'li yıllara girdiğimizde hem Batı'ya açılım (ihracat ve turizm) hem de kültürel yerellik yan yana geldi. Burada genç kadınların kapanması (baş örtüsüyle "Modern Mahrem") ve kamusal alana çıkmasıyla ve ilk ve ikinci dalga Feminizm ile birlikte siyasi alan erkek egemenliğinden toplumu uzaklaştırmaya doğru yöneltti.
1990'lar bu özgürlüğü yakaladı ve 2013'e kadar bu özgür yaşam sürdürüldü. Muhafazakâr hareketler, tarikatlara açılan yollar ve dini eğitimin kuvvetlendirilmesi 2013 Gezi direnişine karşı başka bir siyasi direnç noktası buldu. Toplum "ikili ayrım siyasetine" girdi yine. 1960'lardan 1980 ve 1990'lara gelen sürecin getirdiği, darbelere ve baskılarla, yara almaya başlayan kıyafet nizamnamesi terk edildi. Görünüm, grupların ait oldukları cemaatlere göre şekillendi. Mahalle sistemi Osmanlı'ya aitti. Cumhuriyet bunu toplumsala döndürmüştü; ama yine mahalle sistemine doğru dönüş ortaya çıktı. Bu sefer farklı dini cemaatlerin yerine farklı yaşam tarzları ve farklı kıyafetlerin görünürlüğünü yaşamaya başladık. Kentsel dönüşüm sonrasında ise mahalleler heterojen oldu (her türlü kültür ve yerleşen göçmenler).
İstendiği kadar toplumsal alanın homojenleşmesinden söz edilsin, görümüm ve ses farkları kendilerini tözsel olmasa bile, yine de belirgin biçimde ortaya koymakta. Peki, o zaman şunu ileri sürebiliriz: Yaşamış olduğumuz doğal afet, korkunç bir deprem ve siyasi tıkanma bu ayrımların ötesinde hayatlarımızın ortak olduğunu göstermedi mi? Yardımlaşma siyasi olarak ayrıma sokulmaya çalışılsa bile, vatandaşlar birbirlerine inanılmaz bir irade ve güçle yardım eli uzattığını görmedik mi? Bu yardım eli, dayanışma ve iyilik istencini takip edersek, "damgalanma siyasetinin" sonuna gelmeye başladığımızı düşünebiliriz. Hayat ortak, coğrafi doğal afetler sınırları tanımıyor. Neden o halde bu ayrıma girdik? Siyaset-altına inip, minör bir politikayı öne sürmek bizi hem melezleştirir hem de "damgalamanın sosyalliğini" geride bırakabilir.
İyi yaşamın koşul da zaten bu değil midir? "Dünya yerinden oynar… politik anlamda siyaset çekilirse"!
Ali Akay kimdir? Ali Akay Paris'te, 1976-1990 yılları arasında Paris VIII Üniversitesi'nde Sosyoloji, Felsefe ve Siyaset Bilim okudu. 1990 yılından beri İstanbul'da, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde öğretim üyesidir. Aynı Üniversitenin Resim Bölümü'nde 1992 yılından beri doktora derslerini sürdürmektedir. Yurt dışında Paris, New York ve Berlin'de dersler vermiştir. Türkiye'de ve yurt dışında birçok kurumsal ve kurum dışı sergilerin küratörlüğünü yapmıştır. 1992 yılında Toplumbilim dergisini kurmuş ve 2011 yılına kadar bu dergiyi sürdürmüştür. 2011 yılında, Toplumbilim dergisinin yeni ismiyle şu anda devam etmekte olan Teorik Bakış dergisini kurmuştur. Yurt içinde ve yurt dışında yazıları yayımlanmıştır ve sanat, sosyoloji ve felsefe üzerine birçok kitabı vardır. |