Bu haftaki konuğum, Hürriyet'in Kelebek ekinde dokuz yıl boyunca Habitus köşesini yazan ve röportajlar yapan Melike Karakartal.
Çoğunuzun onu tanıdığına, yazılarını hatırladığına eminim.
Hatta şu anda "Aa, Evet! Öyle biri vardı, ne oldu acaba ona?" diye sorduğunuzu da duyar gibiyim.
Türkiye'de çeşitli dergilerde ve gazetelerde köşe yazarlığı, editörlük ve röportajlar yapan 17 yıllık gazeteci Karakartal, bundan iki yıl önce tası tarağı toplayıp Londra'ya göç etti.
Göç nedenlerinin her biri ayrı bir hikâye...
Reklam baskısı ve siyasi ortam nedeniyle mesleğini yapamaz hâle gelmesi...
Ülkedeki adaletsizlik karşısında nefes alamaması...
Gazetede sadece resmini gören ve kendisini saplantı haline getiren tanımadığı bir kişi tarafından yaşamıyla tehdit edilmesi...
Adaletsizliği bizzat yaşaması ve kanunların kendisini koruyamaması...
Melike'nin göç hikâyesini uzun zamandır, bu köşede kaleme almak istiyordum. Ama anlatacak gücü kendinde bulamıyordu. Hâlâ endişe duyuyordu. Hatta bir kere, söyleşiye başlayıp yarım bıraktığımız bile oldu.
Melike, Londra'ya göç edişinin ikinci senesinde kendini daha iyi hissediyor. Türkiye'deki hukuk ve adalet sisteminin kadınlara yönelik suçlar konusunda reflekslerinin zayıf olduğunun altını çiziyor. Dahası, toplumda "Benim başıma gelmez" düşüncesinin yaygınlığına ve bunun tehlikesine dikkat çekiyor. Bu röportajı da biraz da bu nedenle yapıyor.
Göç öncesi ve sonrası yaşadıklarını kendisinden dinliyoruz.
- Hürriyet'in Kelebek ekindeki Habitus isimli köşenin, yazılarının büyük hayranıydım. Nasıl bir motivasyonla, ne kadar süre çalıştın Hürriyet'te?
Çok teşekkür ederim Ayşe… Hayatın farklı yönlerine dokunan konular işlemekten her zaman büyük keyif aldım. Habitus adını verdiğim köşeyi 2009'da yazmaya başladım, 2018'e dek 9 yıl boyunca devam ettim. Bir yandan da yabancı dizi röportajları yapıyordum. Zamanla ele aldığım konular, konulara yaklaşımım, yazılarımın tonu değişti. 9 yıl az zaman değil. Türkiye'de konu sıkıntısı çekmiyor elbette insan. Zaten ana akım medyada başladığım günle bitirdiğim günün koşulları da bir değil.
- Hangi anlamda, bir değil?
Bugünle karşılaştırıldığında iki farklı ülke gibi geliyor şimdi. Bugünkü gibi koro halinde aynı kelimelerle "ısmarlama gerçek" sunan bir ana akım medya ortamı yoktu. Basın özgürdü demiyorum, ana akım medyanın iktidarla çıkar ilişkisi hep vardı. Fakat fonksiyonlarını kaybetmiş, ortadan kalkmış veya tamamıyla iktidar medyasına dönüşmüş değildi, gazetecilik yapılabiliyordu. Bugünkü gibi karanlık çağların değerlerini, nefret dilini, kutuplaşma ve linç kültürünü günün gerçeği olarak yaşamıyorduk.
- İşler senin adına ne zaman ters gitmeye başladı?
İşlerin ters gitmesinden ziyade, giderek otoriterleşen iktidar, değişen medya, baskı unsurları, terör saldırıları hepimizi benzer psikolojik süreçlerden geçirdi. Okurlar gazete eklerinde, ana gazetede okudukları haberlerden farklı, daha hafif bir ton bekliyor. Siyasi baskı, reklam departmanının baskısı gibi faktörler zaten herkesi bir cam tavan altında yaşatıyordu. Diğer yandan şiddetin sıradanlaşması, hak ihlalleri, kadın cinayetleri… İnsan hatasından kaynaklanan yapay afetler karşısında kimsenin sorumluluk üstlenmemesi, beklenen depremin endişesi…
- Bu şartlar altında, istenen hafif tonu tutturmakta zorlandın değil mi?
Evet, tüm bunlar hayatın ortasında dururken "Şöyle içimizi açan yazılar yaz be Melike" talebini her zaman karşılayamadığımı düşünüyordum. Gündeme dokunmadan da olmuyordu, dokunuyordum elbette, fakat bir gün önce Ankara Garı'nda katliam olmuş, ne yazacaksın? Beşiktaş'ta terör saldırısı olmuş, şehrin ortası kana bulanmış, ertesi güne insanların içini açacak ne yazacaksın? O yılbaşı Reina'ya terör saldırısı olmuş, ne yazacaksın? Nefes alamıyordum. Bir yandan birbiri ardına gelen şok dalgaları, bir yandan ayrışmış, tartışma kültürünü, ortak değerlerde buluşabilme arzusunu kaybetmiş, öfkeli bir toplum… Hepimiz tüm bunların ortasında duruyorduk ama vaziyet buyken gündeme dokunmama çabası içinde bırakılmak rahatsız ediyordu. "Yeni Türkiye" acemisiydim belki de, bilemiyorum.
- Magazin de yazıyordun...
Doğru, hiç bana uymayan, zerre kadar ilgimi çekmeyen, kendimi asla ilişkilendirmek istemediğim konularla ilgili yazılar da yazdım. Gazetenin magazin projesinin kalıbına uyum sağlamam gerekti, verilen işi yaptım diyeyim. Hayır dersem işimi riske atacağımı düşünüyordum. Lüzumsuz bir endişeymiş gerçi. Öte yandan kendi köşemde magazinden uzakta, istediğim tür konular ele alabilme alanına sahip olmak mutlu ediyordu. Kafamdaki iş etiği sarsıntısını öyle dengeliyordum. Ya da dengelediğimi sanıyordum! Sonra denge hepten şaştı.
- Nasıl?
Gazetede reklam departmanının baskısı vardı, markalarla proje yapıp yazarlardan ısmarlama yazı istiyorlardı. Kalem oynatma alanı iyice daralıyordu. 2017'nin Kasım ayında, reklam bölümünün istekleri doğrultusunda yazı yazmayacağımı bildirdim, bir ay sonra tenkisatta işten çıkarılanlardan biri oldum. Bu iki olayın birbiriyle ilgisiz olduğunu düşünmek herhalde naiflik olur.
- Göç etmek o sıralar mı aklına düştü?
Hayır. İşimden dolayı röportajlar için sık sık seyahat ediyordum, belirli dönemlerde yurt dışında yaşamayı deneyebileceğimi düşünüyordum ama o kadar. Uzaklarda yaşlanma ihtimalini düşünmemiştim. Beni Türkiye'ye, İstanbul'a bağlayan çok şey vardı. Kadıköy ve yaşadığım ev, ailem, işim, arkadaşlarım ve doğduğum, yetiştiğim yere olan bağımı koparmak çok anlamlı gelmiyordu, Türkiye'nin giderek artan olumsuzluklarına rağmen seviyordum hayatımı.
- Peki ne oldu da göç etmeye karar verdin?
Hangi birini sayayım. Birçok olay var. Bunlardan bir tanesi Çorlu Tren Kazası. Liyakatsızlığın, sorumsuzluğun, Türkiye'de insana verilen, daha doğrusu verilmeyen değerin bir kere daha kazınırcasına altının çizildiği, hiç kimsenin sorumluluk almadığı korkunç bir olaydı. İhmal, korkunç bir ihmal ve bu olayın herkese gösterdiği, hâlâ düşündüğümde beni ürperten, "Türkiye'de herkesin başına her şey gelebilir ve geldiğiyle de kalır" duygusu… İnsan hayatının değeri yoksa neyin var? Biz niye yaşıyoruz o zaman? O yöneticiler o koltuklarda niçin oturuyor? Uzayan mahkemelerle, mağdur olmuş, yakınlarını kaybetmiş insanların akıl sağlığıyla oynuyorlar. Adaletsizlik insanın gelecek ümidini, yaşama sevincini kırıyor. Bu kargaşa ve kaos ortamından dolayı giderek omuzlarımın çöktüğünü hissediyordum.
- Planlar ne zaman ciddiye dönüştü, "Başka bir ülkede yaşayabilirim" dedin?
Alanını, düzenini seven bir yapım var, -ya da öyle sanıyordum- çünkü göçle birlikte bunlar da değişti. "Düzenim var, bozamam" demek konforlu geliyor ama insan o alanın dışına çıkınca gelişiyor ancak. Kendimi tarif ettiğim, kimliğimi tanımladığını düşündüğüm her şeyi, her yeri geride bırakarak bilinmeyene yol almak çok korkutucu geliyordu. Kendi yarattığım güvenli alanımda yaşarım diyordum ama öyle bir alan yok, kalmadı Türkiye'de. Bu alanın kalmadığını kendim yaşayarak da bizzat deneyimledim.
- Ne oldu, anlatır mısın?
Benim için bardağı taşıran en son damla 2017'den, Türkiye'den ayrıldığım 2019 yılına kadar tanımadığım, fakat gazetedeki fotoğrafımı görerek beni takıntı haline getirmiş ve hem gazeteye, hem evime kadar gelip tehditler savuran, telefon ve sosyal medyadan rahatsızlık veren bir adama karşı verdiğim hukuk mücadelesinden hiçbir sonuç alamamak oldu. Güvenlik insanın en temel ihtiyacı, o olmadan geleceğe dair umut taşımak mümkün olmuyor. Sistem iki yıl boyunca açıkça suç işleyen bir adama ceza vermedi. Suçun açık açık teşvik edildiği yerde niye yaşamaya devam edeyim? İki yılın sonunda yaka silkerek Türkiye'den ayrıldım.
- Çok çok üzücü Melike. Neyle tehdit edildin? 2020'de Türkiye'de 300 kadın öldürülmüş, 171 kadın şüpheli bir şekilde ölü bulunmuş. Sen hiç ölmekten, öldürülmekten korktun mu?
Bu kişinin amacı neydi, neyi takıntı haline getirmişti bilemiyoruz çünkü emniyetteki ifadeleri çelişkili. İBB'nin kameralarından izlendiğini ve telefonlarının dinlendiğini zanneden bir kişiydi. Elbette endişelendim, düşünsene, tanımadığın bir adam kapını tekmeleyip "Kafanı kıracağım" dese, mahkemeler de bu olanlara ceza vermezse ve bu kişi aklına estikçe rahatsızlık vermeye, tehdit savurmaya devam etse hayatından endişelenmez misin?
- Bu kişi hâlâ eli kolu serbest dolaşıyor ve belki de başka kadınları tehdit ediyor değil mi?
Kadınlara yönelik işlenmiş herhangi bir suçun cezası olmadığı için bu kişinin kendine yeni bir takıntı yaratmış olması mümkün elbette. Mahkeme bu tip davalar uzamasın diye arabulucu dahi atıyor! Düşünebiliyor musun, mahkeme diyor ki, durduk yere kapına dayanıp tehditler savuran tanımadığın bir adamla uzlaş, bu konuyu kapatalım. Kapatmadım, üstelik başka kadınların başına musallat olmasın diye de açtığım davalardan vazgeçmedim. Yine de içimizi rahatlatan bir sonuç alamadık. Hâlâ devam ediyor.
- Bu olayların sence çözümü nedir, nasıl olmalı?
Öncelikle, hukuk ve adalet sisteminin kadınlara yönelik konularda refleksleri zayıf, bu en büyük sorun. İstanbul Sözleşmesi veya 6284 sayılı Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine dair kanunun yaptırımları açık fakat uygulamada çok sorunlu. Kadınların güvenliğini sağlayabilecek bir durum kesinlikle oluşmuyor, sistem işlemiyor. Duruşmaların arasında 6 ay var, uyduruk sebeplerle öteleyip duruyorlar, bu sırada suç işleyen elini kolunu sallayarak dolaşıyor. Bu işin devlet kısmı, devlet harekete geçmedikçe çözülebilecek bir sorun değil bu. Bir de işin vatandaş kısmı var.
- Vatandaş ne yapmalı?
Ne yazık ki Türkiye'de genel olarak hep bir "Bizim başımıza gelmez"cilik hâli var, benim başıma gelene bakıp önlem alan birini tanımıyorum çevremde mesela. Biraz da "Sesimizi çıkarsak ne olacak sanki" yılgınlığı var, onu da anlıyorum. Muhalefet edeni etkisiz hale getiren, korkutan, olmadık sıfatlarla yaftalayan bir iktidar var. Vatandaş da durduk yere "bilmem ne lobisi" filan ilan edilmemek için sesini çıkartmak istemiyor, ta ki bir sorun kendine dokunana, hayatını etkileyene kadar. Dolayısıyla başkalarının başına gelen felaketleri film izler gibi izlemenin, insanların akıl sağlıklarını korumak, normal yaşantılarına devam edebilmek için benimsedikleri bir savunma mekanizması olduğunu düşünüyorum. Onu da anlıyorum. Tabii Türkiye'nin gerçeklerinin bir gün size de dokunmayacağı sanrısı yaşayarak, gerçeklikten koparak kendinize güvenli alan yaratamazsınız. Bu anlayış kimseyi kurtarmaz. Türkiye'nin gerçeğini kabullenmek zor elbette, çünkü kabulleniş demek o konuda harekete geçmek demek. İlla göç etmekten bahsetmiyorum. Kendini korumak için düzenini bozacaksın, bozman gerekir, harekete geçmen, bir şey yapman gerekir. Yoksa o izlenen, okunan, duyulan felaketler herkesin başına gelebilir, geliyor ve dün mahkemede adalet arayan, bulamayan insanların yerinde bugün herkes olabilir, oluyor da.
- Çok haklısın...
Özetle Ayşeciğim, kanunların insanı koruyamadığı, mahkemelerin yetersiz kaldığı bir yerde daha fazla kendimi riske atmak istemedim. Her gün anormal ölçüde stresle yaşanmaz, yaşanırsa ona da hayat denmez. Normal, akıl ve mantık kaideleriyle işleyen bir sistem içinde, normal bir hayat beklentim var, fazlası değil!
- Nedir beklentin?
Güvenliğimden her an endişe duymayayım. İnsan yaşamına değer verilsin. Vergimin hesabını sorabileyim, halkı ilgilendiren veriler gizlenmesin, çarpıtılmasın. Emeğimin karşılığını alayım, kazancım durduğu yerde erimesin. Şark kurnazlığı ve kısayolculuk yaşam kültürünün içine sinmiş olmasın, kanunlar belirli kişiler için değil, herkes için çalışsın. Her gün televizyondan vatandaşa "Bunlar terörist, bunlar bilmem ne" diye bağırılmasın… Bağırmasın, kimse bağırmasın Ayşe. Bu kadar yani, az önce dediğim gibi, öyle ütopya beklentisiyle yaklaşmıyorum, normal bir hayat işte!
- Gitmeden önce evlendin sanırım...
Evet, gitmeden bir süre önce de evlendik, Cengiz ile birlikte göç ettik. Türkiye'de 2017-2019 arası bu iki senelik süreç onu da çok yıprattı, o nedenle biraz da o önayak oldu diyebilirim gelişimize. Mesleği reklamcılık ve Londra'da sürdürmeyi tercih etti. Yurt dışına taşınma fikri bana her ne kadar cazip gelse de gözümü korkutuyordu. Ben kendi birikimimi Türkiye'de değerlendirmeyi tercih ederdim.
- Londra sayfası ne zaman açıldı?
Brexit'le birlikte son bulan ECAA vizesi alarak geldik buraya, yani Ankara Antlaşması olarak bilinen vize türü. İngiltere ile birlikte Kanada'yı da düşündük ancak uzaklığı bizi vazgeçirdi. Temel kriterimiz gideceğimiz ülkenin, insan haklarının çiğnenmediği, insanın devlet için değil, devletin insan için çalıştırıldığı bir sisteme sahip olmasıydı. Yani sosyal devlet. Elbette hiçbir ülke insana ütopya koşulları sunmuyor, her ülkenin güzellikleri kadar kendine has zorlukları var. Burada yükselen aşırı sağ, ırkçılık gibi; ama bir sorunla karşılaştığınızda çalışan kanunları da var.
- Kolay alıştın mı, peki Londra'ya?
Londra'yı her zaman kendime yakın bulurdum ama kısa süreli gidilen yerleri sevmek kolay, esas sınav orada yaşayınca başlıyor. Yepyeni bir kültürün içine balıklama atlayış, iş yapma biçimlerine alışma, yeni düzen, yeni insanlar, anadil dışındaki bir dille kendini ifade etme hâli… Başka bir insan oluyor insan galiba uzun bir süre. Düzene ayak uydurmak zaman alıyor, yavaş yavaş taşlar oturuyor, eski kimlikle yeni ülkedeki kimlik birleşiyor ve yeni bir sayfa açılıyor. En azından ben bu süreci böyle yaşadım.
- Günlük yaşantında nasıl farklar hissediyorsun?
Öncelikle sakinlik. Sessizlik. Bağırmayan insanların, bağırmayan bir kültürün içinde yaşamak içimi soğutuyor. Buna ihtiyacım varmış. Göç, insanı iyi yaşam koşullarına kavuşturma potansiyelini taşıyor, doğru, ancak kesinlikle kolay bir deneyim olduğunu söyleyemem.
- Ne tür zorluklar yaşadın?
Göçün bende hissettirdiği esas duygu şu oldu: Uçağa bindim, yeni bir şehre geldim. Önce o şehirle balayı yaşadık, çok güzel, yemyeşil bir şehir çünkü Londra. Sonra yaşam, iş, güç endişeleri sardı. Özlemler başladı, Kadıköy'ü düşündükçe sürekli burnumun direği sızlıyordu. İlk geldiğimiz dönemlerde bir ara her gün "Meğer Çiftehavuzlar'da oturuyormuşum" rüyaları görüp ağlayarak uyanıyordum. Özetle, yabancı bir denizin fırtınalı sularında kırılma noktama kadar zorlandım, tam batacağımı sandığım an fırtına dindi, dalgasız, düz bir denize çıktım, gemi o fırtınadan çıkabildiği için güçlendi, şimdi hafif bir rüzgarla ilerliyorum. Önce çok yabancıydım, herkes yabancıydı, her şey yabancıydı, şimdi alıştım, uyum sağladım. Sakin bir yaşantım var. Bisikletle işe gidip geliyorum. Trafiğin soldan akıyor olmasından ötürü önceleri zorlandım fakat ona da alıştım.
- Kendini güvende de hissetmişsindir muhtemelen.
İlk geldiğimde üzerimden büyük bir stresin kalktığını hatırlıyorum. Sadece güvenlik meselesi değil, çok sevdiğim bir arkadaşım "Türkiye insanın üstüne zorla deli gömleği giydiriyor" der, çok doğru bir söz bu. Karanlık bir manzara çizmek istemiyorum, dünyanın sonu gelmiş değil, umut her zaman orada duruyor. Ona nasıl ulaşacağız, sanırım bunun cevabını bulmak gerekiyor. Türkiye'yi çok özlüyorum ama nefes alabildiğim, kendime 40'tan sonra yeni bir pencere açabildiğim için de kendimi şanslı sayıyorum.
- Gözlemlediğin en büyük farklılık neydi?
Televizyonu haber izlemek için açmak unuttuğumuz, bizim için geçmişte kalmış bir alışkanlıktı. Tabii insan hep mukayese ediyor, her haber izleyişimde "Bu Türkiye'de olsa ne olurdu," senaryoları uçuşuyor aklımda. Mesela Boris Johnson'ın Covid-19 stratejisi çok eleştirildi, hatalı bulundu, dolayısıyla basın toplantılarında gazeteciler sert sorular sordular, soruyorlar. Bir gazeteci başbakanın icraatına yönelik sert sorular sorabildikçe içim soğuyor ama bir yandan da canım acıyor, aynısı Türkiye'de olsa, gazeteci işinden olur, zaten bu sorunun sorulabileceği bir ortam da yok ya… Demokrasi temelli eleştiri yapabilmek lüks oldu.
- Londra'da gazetecilik yapmayı hiç düşündün mü?
Buraya ilk geldiğimde London South East Colleges'da Sanat Tarihi derslerine yazıldım, bir yarıyıl devam ettim. Gazetecilik yapabilir miyim diye de düşündüm fakat başvurduğum yerlerden olumlu sonuç alamadım. Olumlu sonuç alsaydım da, o dönem başarılı olabileceğimi düşünmüyorum. Elime kalem alacak durumda değildim. Türkiye'de yaşadığım iki yıllık travmanın nedenini mesleğimle birleştirmiş ve yazı yazmaktan, ortalıkta olmaktan çekinir hale gelmiştim. "Medyada çalıştın, al işte neredeyse canından olacaktın, değer mi?" gibi bir düşünce içindeydim. Doğru ya da yanlış, belki de manasız bir bağ kurdum ama öyle hissediyordum. İyice içime kapandım, bir şey yazmaz, paylaşmaz oldum. Yaşananların üzerimdeki psikolojik etkisinin boyutunu yeni yeni anlıyorum.
- Şimdi neler yapıyorsun?
Medyadan uzaklaştım ama hayat devam etti tabii, ilk geldiğimiz dönemde insan tanımak, günlük yaşam alışkanlıklarını öğrenmek, adapte olabilmek amacıyla bir yardım kurumunda gönüllü olarak çalışmaya başlamıştım. Yaptığım işin etik yönü, yani patronun cebi için değil, ihtiyacı olanlar insanlar için gelir yaratma niteliği taşıması bana iyi geldi. Daha sonra aynı yerde tam zamanlı çalışmaya başladım. İki yılımız doluyor Londra'da, ben de travmaların üzerimden kalktığını, hafiflediğimi daha yeni yeni anlıyorum. Yeniden yazı yazmaya daha bu ay başladım, şimdilik Instagram'da kısa kısa yazılar yazıyorum. Gazeteciliğe, yazmaya yönelik heyecanımın geri geldiğini hissediyorum, çok mutlu ediyor beni bu değişim. İyileşmek için zamana ihtiyacım varmış demek.
- Ne güzel bunları duymak! Çok sevindim. Merakla bekliyoruz yazılarını. Son sorum; göç seni nasıl değiştirdi ve sana ne öğretti?
Göç bir zihinsel hazırlık gerektiriyor, daha doğrusu gerektiriyormuş, ben öyle bir hazırlık yapmadım. Göçün insan üzerindeki etkilerini yaşayarak öğrendim. Gecenin ortasında "Ben burada ne yapıyorum?" "Benim burada ne işim var?" diye dehşet duygularıyla uyandığım zamanlar, "Evimi isterim" diye çocuk gibi ağladığım dönemler oldu. Yaşarken insan sadece kendi bunları deneyimliyor diye düşünüyor ama göç eden herkesin aslında farklı şiddette yaşadığı benzer duygular bunlar.
Özlem hep oluyor, zamanla insanın içini sızlatan duygular dönüşüyor, yeni yerinde de köklenmeye başlıyorsun çünkü. Deneyimler birikiyor, yeni alışkanlıklar ediniyorsun, yabancılık hali yerini "Burası da senin evin" hissine, zaman zaman hoş bir sıcaklığa ve minnet duygusuna bırakıyor.
Göçün en zor kısmı ve aynı zamanda insana en büyük faydası zihinsel esneklik kazandırması, insanın gerçekle olan bağını kuvvetlendirmesi. Bunun yanı sıra sıfırdan yeni bir hayat inşa etmek, bir yerde değil, her yerde yaşayabilme becerisini kazanmak, kendine seçenek yaratmak, "yaptım" demek insana güç veriyor.