"... Bahar zamanı, yaban ördekleri çiftleşmek için yuvalarına dönerler. Hiçbir şey onları durduramaz. Eğer kanatlarını keserseniz, yüzerler. Ayaklarını keserseniz, gagaları ile sürünürler. Akıntıya karşı kürek çeker gibi... Bu yolculuk, onların var olma nedenidir. Yaşamımın sonbaharında, kuşkucu olmalıyım. Ve bir bakıma öyleyim. Kurt asla bir kuzu ile birlikte yatmaz. Ama bir şeyden eminim: Eğer tek bir kuşağa izin verirsek, yalnızca tek bir kuşağa, İspanya'da özgürce yaşamasına izin verirsek, bundan sonra hiç kimse onların elinden özgürlüğünü alamayacaktır. Hiç kimse bu hazineyi onlardan çalamayacaktır!"
Manuel Rivas'ın, İspanya'da iç savaşın öncesini, kansız, şiddetsiz, ama olağanüstü bir belagatle anlattığı Kelebeklerin Dili'nde bilge öğretmen Don Gregorio, faşizme gidişe karşı tek umudunu bu sözlerle dile getirir: Yalnızca tek bir kuşağın özgürce yaşamasına izin vermek...
Jose Luis Cuerda, Kelebeklerin Dili'ni şahane bir kurguyla 1999'da sinemaya aktardığında Türkiye 28 Şubat sürecinin dalgaları arasında soluk almaya çalışıyordu.
28 Şubat sürecinin de sonuçlarından biri olarak kurulan AKP, "Herkes özgür olmadıkça kimse özgür değildir" mottosu ve "ifade/basın özgürlüğü" sözleriyle programını ilan etti. O AKP'den geriye ne kaldı derseniz, cevap, sadece o programdır.
Ali Bulaç, Şahin Alpay, Mümtaz'er Türköne, Nazlı Ilıcak, Lale Kemal, Aslı Erdoğan, Necmiye Alpay, gazeteciler, akademisyenler... Derken bu sabah Ahmet Altan ve Mehmet Altan da gözaltına alınınca, o AKP'den bir sahne tekrar yürürlüğe girdi zihnimde. Tarih, 1 Şubat 2009. Dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan, "Kültür ve Turizm Bakanlığı 2008 Yılı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü”nü Çetin Altan'a verirken konuşuyor:
“Üzülerek söylemeliyim ki yakın tarihimizde düşüncenin serüveni meşakkatli bir yolculuk olmuştur. Farklılıkların kabulü kolay olmamış, kemikleşen önyargılar, tahammülsüz anlayışlar düşünceyi ağır şekilde cezalandırmış ve bedelini bütün Türkiye ödemek zorunda kalmıştır. Bu yolcukta direnç gösteren, bedel ödemek pahasına düşünce sevdasından vazgeçmeyen, otoriter anlayışlara boyun eğmek yerine gerçeği söyleyen aydınlarımızın, yazarlarımızın öncülüğü büyük önem taşıyor. Hiç kuşkusuz onlardan birisi Çetin Altan’dır... Eleştirel akıl olmadan, eleştiriye tahammül olmadan yol alamayız. Söz olmadan, yazı ve fikir olmadan uygarlık iddiamızı gerçekleştiremeyiz. Farklı düşünmek asla birbirimizi anlamaya, en azından anlama çabasına mani olmamalı. Demokrasinin temeli tahammül duygusudur. Bugün mutlulukla ifade ediyorum ki, Türkiye ne Çetin Altan’ı 300 kez mahkeme kapılarına çağıran ve düşünceyi mahkûm eden bir Türkiye’dir, ne de Nâzım Hikmet'i 12 yıl boyunca hapishanelerde tutan Türkiye’dir.”
Çetin Altan'a böyle hitap eden Erdoğan'ın Türkiye'sinde Çetin Altan'ın yazar oğulları "subliminal darbe mesajı verdikleri" iddiasıyla gözaltında. MİT ve Genelkurmay'ın -da- "bilemediği" darbe girişimini "bilmemeleri imkânsız" görülerek sorgulanıyorlar. Haftalardır haklarında yapılan linç çağrılarına rağmen evlerinde tuttukları "delillere" de tanık olacağız ihtimal.
TBMM'yi, MİT'i, emniyeti bombalayan, Cumhurbaşkanı'nı öldürmeye/alıkoymaya yeltenen, halka ateş açan bir haydutluğun soruşturmasının eli kalem tutan insanlara yönelmesi, sadece darbe heveslilerinin memnun olacağı bir karanlığı inşa eder. Ergenekon/Balyoz davaları süreci bu tecrübeyi de koydu önümüze.
Oğlu Ahmet Altan'la birlikte yargılandıklarını da içeren onlarca davada ifade özgürlüğü için hesap vermek zorunda kalan Çetin Altan, 88 yaşında hayata veda etmeden önceki son yazısında "Hayal ettiğim ülke bu değildi" derken, ihtimal benzer bir tarihin buğusunda flulaşan umutlarıyla efkârlanıyordu: Tek bir kuşağın bile özgür yaşamasına izin verilmedi bu topraklarda...
Özgürlük korkusu, akıl dışı bir tutarlılıkla iktidarını inşa edegeldi buralarda. Soruşturmalar, davalar, cezaevleri ve sürgünlerle geçen hayatı "Milli Emniyet'e çalıştığını" itiraf eden tetikçi katilin "milli hislerle" işlediğini açıkladığı cinayetle 41 yaşında son bulan Sabahattin Ali'nin yazdıklarını hatırlar mısınız?
Ali Baba dergisi, tarih 25 Kasım 1947:
“Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer!.. Meğer ne büyük günah işlemişiz! Kanunla, kanunsuz baskılar altında ezile ezile pestile döndük. Bugünün itibarlı kişileri gibi, kese doldurmadık, makam peşinde koşmadık. İç ve dış bankalara para yatırmadık, han, apartman sahibi olmak, sağdan soldan vurmak ve milleti kasıp kavurmak emellerine kapılmadık. Bütün kavgamızda kendimiz için hiçbir şey istemedik. Yalnız ve yalnız, bu yurdun bütün yükünü omuzlarında taşıyan milyonlarca insanın derdine derman olacak yolları araştırmak istedik. Bu ne affedilmez suçmuş meğer! Neredeyse, yoldan geçerken mide uşakları arkamızdan bağıracaklar: ‘Görüyor musunuz şu haini! İlle de namuslu kalmak istiyor ve ahengimizi bozuyor..’ Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi? Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer!”
Vurgu hep uzlaşmaya yapılır. Ama asıl uzlaşamamayı öğrenemedi bu ülke. "Uzlaşamamakta uzlaşmak" yerine farklı olanı yok etmeye yönelen, sadece bu "temizliğin" aracı olarak inşa edilen iktidarlara sahne oldu. Ne kendisi gibi düşünmeyenin hakkını da savunan bir aydın koalisyonu, ne "Sartre Fransa'dır" diyerek muhalifine sahip çıkan muktedirleri olabildi bu ülkenin.
Kelebeklerin Dili, baskı altında korkan, korkutulan kitlelerin zalimliğin diline nasıl evrildiğinin de filmidir. Bugün karşı mahallede ava çıkan sözüm ona gazetecileri, yazarları izlerken bu evrimi düşünmeden yapabilir misiniz?
Nefretin arkasındaki korkunun filmini de izliyoruz bugünlerde. Sorumluluk elbette şahsi, o ayrı; ancak ılıman lisanında birdenbire "Hainler mezarlığı" diye kopan fırtınanın ardındaki korku, belediye başkanının "tutuklanan damadı"yla çıkıyor karşımıza. Karşı mahallede ava çıkan "yazar"ın nefretindeki korkuyu, ailesinden birilerinin "FETÖ" ile ilişkisine dair iddiaları cevaplamaya çalışırken, vaktiyle Fethullah Gülen'e yazdığı dizelerden okuyoruz. Bir diğerinin nefretinin karşısında, "FETÖ bankası"ndan aldığı kredinin korkusu yazıyor! Her gün onlarca yazıda itibar suikastleri, akla zarar iddialar, suçlamalar okuyoruz. Korkunun nefretiyle bir araya gelmiş yüzlerce "yazarlık" bir koalisyon iş başında. İnsanları cezaevine atabilir, attırabilirsiniz; ancak haklılıklarını ellerinden alamazsınız.
Einstein, kuramları nedeniyle hayatını da hedef alan saldırılara uğrarken, "100 Yazar Einstein'a Karşı" adlı bir kitap yayımlandı. Einstein, "Haksız olsaydım biri bile yeterli olurdu" deyip geçti.
Bayrak kampanyaları eşliğinde "Türklüğe hakaret"le suçlanan Orhan Pamuk Nobel Edebiyat Ödülü aldığında Çetin Altan, “Bayrak direklerini ne kadar yükseğe dikerseniz dikin bir Orhan Pamuk kadar görünmüyor dünyadan” demişti. Dört duvar arasındaki kudretiniz, hapsettiğiniz yazarlar kadar görünmüyor dünyadan.