Amerika'da çetin mücadeleler sonucunda köleliğin kaldırıldığı 19. yüzyıldan sonrada ırk ayrımcılığı devam edip, etkisini azaltsa da günümüze dek gelmiştir. 2008 yılında Barack Obama'nın başkan seçilmesi de sonuca etki etmemiş gibi görünmektedir. Minneapolis'te George Floyd'un ırkçı polis şiddeti ile öldürülmesinin ardından başlangıçta ABD'de başlayan, sonrasında dünyanın birçok ülkesine yayılan ırkçılığı protesto gösterileri umut vericidir. 21. yüzyılda bir insanın derisinin rengi nedeni ile ayrımcılığa maruz kalıyor olması ve öldürülmesi kabul edilebilir bir durum değildir.
George Floyd'un öldürülmesinden sonra sıkça tartışılan ve bizim de sıkça karşılaştığımız bir soru ırkçılığın bir hastalık olup olmadığı, sonradan mı öğrenildiği ya da doğuştan getirilip getirilmediği sorusudur. Bu sorunun yanıtı sosyal, politik ve ekonomik bağlamlarından koparılarak verilemez. Ancak bu soruya sosyal psikoloji alanında yapılmış deneyler ışık tutabilir. Biz konu ile ilgili yapılan birçok deney arasından yer darlığı nedeni ile çarpıcı iki deneyle yetinelim.
1947 yılında Clark&Clark tarafından yapılan bir deneyde ayrımcılığın okul öncesi çocukları nasıl etkilediği gösterilmiştir. Araştırmacılar, yaşları 3 ile 7 arasında değişen çocuklar üzerinde "Bebek Testi" uygularlar. Bu testte renkleri beyaz ve siyah renkli bebekler kullanılır. Bebekler renkleri dışında birbirine benzemektedir. Başlangıçta çocukların renkleri ayırt edip edemediklerini anlamak için kendilerine en çok benzeyen bebeği seçmeleri istenir. Çocuklar kendi renklerine benzeyen bebekleri seçerek ten renklerine göre bebekleri ayırt edebildiklerini gösterirler. İkinci aşamada ise çocuklara hangi bebeklerin daha hoş olduğu sorusunu sorarlar. Çocuklar beyaz renkli bebekleri seçerler. Hangi bebekle oynamak istedikleri sorusuna tercihlerini yine beyaz bebekten yana kullanırlar. Neden o bebekleri seçtiği sorusuna ise "çünkü o beyaz" yanıtını verirler. Hangi bebeklerin çirkin olduğu sorusunda ise siyah bebek tercihi yapılır. Siyah bebeklerin de net bir şekilde oynamak için beyaz bebekleri tercih ediyor olması bu yaştaki çocukların bile toplumun beyaz insanları tercih ettiğini algılamış ve içselleştirmiş olmaları ile açıklanmıştır. Bu deneyin yapıldığı zaman siyah ve beyazların ayrı ayrı okullarda okuduğu ve yaşamın birçok alanında ayrımcılığın yapıldığı dikkate alınmalıdır. Ancak ayrımcılığın ‘kaldırıldığı' sonraki yıllarda yapılan deneylerde de benzer sonuçlara varılmış olması ayrımcılığın sürdüğü şeklinde yorumlanabilir. Bu deneyin daha sonra yapılan benzerlerinden birisi şu linkten izlenebilir.
İnsanlar kendisinden olmayan kişilerle ilgili birtakım önyargılar geliştirirler. Hepimizde olan bu önyargılar bazen işe yarasa da bazı durumlarda yanıltıcı olabilir. David Amodio tarafından yapılan "Ateş Etme Görevi" adlı bir deneyde katılımcılardan hızlı bir şekilde karar vererek ekranda elinde silah olan kişilerin görüntülerine ateş etmeyi, elinde kutu içecek ya da başka bir alet olan kişilere ise ateş etmemeleri istenmiştir. Bu deneyde siyah ve beyaz insanlar karışık bir şekilde ekrana yansıtılmıştır. Katılımcıların ağırlıklı olarak silahlı siyah erkekleri, silahlı beyaz erkeklerden ve silahsız siyah erkekleri, silahsız beyaz erkeklerden daha fazla vurduğu gösterilmiştir. Sadece deney ortamlarında değil günlük hayatta da bunun örneklerini sıkça görüyoruz, okuyoruz, izliyoruz. ABD'de yaşanmış olaylara baktığımızda polislerin silahsız siyahları silahlı zannedip vurduğu birçok örnek mevcuttur. İnsanların belirli insan gruplarına yönelik önyargılarının doğurduğu acı sonuçlar maalesef birçok yerde yaşanmaktadır. Zihinlerimizde belirli grup ya da topluluklara yönelik oluşturduğumuz "stereotip"lerle o gruplara yönelik hızlıca kararlar veriyoruz. O gruplarda yer alan bütün bireyleri benzer görüp toptan hükümler oluşturuyoruz.
İçine doğduğumuz aileden başlayarak ötekiler hakkında birtakım şeyleri duymaya ve görmeye başlıyoruz. Başlangıçta anne, baba ve büyük ebeveynler olmak üzere sözlerini ve davranışlarını içselleştiriyoruz. Sonrasında ise gittiğimiz okullar ve arkadaşlarımız öteki konusundaki düşüncemizi şekillendirmekte etkili olmaktadır. Son olarak da içinde yaşadığımız toplum ve ülkenin siyasi atmosferi de önyargılarımızı şekillendirmekte oldukça etkililer. Günümüzde önyargıları şekillendiren en önemli güçlerden biri ise görsel ve yazılı medyadır. Medya aracılığı ile öteki hakkında fikir sahibi olup kararlar verebiliyoruz. Ya da modelleme aracılığı ile örnek aldığımız kişilerin ve liderlerin düşünüş ve davranış biçimlerini kopyalıyoruz.
Hepimiz çocukluktan itibaren "tehlikeli" öbürleri hakkında uyarılar alıyoruz. Bazen etrafımızın düşmanlarla çevrili olduğu öğretiliyor bazen de atasözleri ile kimlerin dost kimlerin "post" olamayacağını öğreniyoruz. Amin Maalouf'un "Ölümcül Kimlikler" isimli eseri diğer kimlikleri toptan bir şekilde nasıl reddettiğimiz ve düşmanlaştırdığımız ile ilgili okunması gereken örneklerle dolu. İçinde yaşadığımız toplumlarda ırkı, dini, cinsel yönelimi, siyasi görüşü, görünüşü vb. nedenlerle bizden farklı kimlikleri sırf farklı aidiyetlere mensup olduğu için nasıl reddettiğimizin sayısız örnekleri var. Farklı grupları reddetmemizin arkasındaki ana neden ise o gruplarla ilgili süreç içerisinde oluşturduğumuz önyargılardır. Önyargıları yıkmanın yolu ise önyargılı olduğumuz gruplara yönelik empati yapmaktır. Onlar gibi olsaydık ne düşünür, nasıl hisseder, nasıl davranır ve nasıl yaşardık sorularının yanında onlara nasıl yardımcı olabiliriz sorusu da ötekini daha iyi anlamamızı sağlayabilir.
"Irkçılık bir hastalık mı, doğuştan mı getirilmiş ya da öğrenilmiş midir?" sorularından ziyade her durumda bilinçli bir çaba ile ortadan kaldırılabileceğini düşünerek,
Ataol Behramoğlu'nun "Sevginin Önünde" dizelerini hatırlayalım:
"Bütün insanları dostun bil, kardeşin bil kızımSevincin ürünüdür insan, nefretin değil kızımZulmün önünde dimdik tut onurunuSevginin önünde eğil kızım."