İlk nükleer silahın fitilinin üç mektupla atıldığı söylenir.
1939'da genç bir bilim insanı Führerine bir güzellik yapmak ister, bu bir nükleer bomba yapma planıdır. Ancak Hitler Almayası'nın önemli nükleer fizikçilerinden büyük bölümü çoktan ülkeyi terketmişlerdir.
Bu sırada bir Rus fizikçi, bir mektupla kendi liderini uyarmak istemektedir. Giorgi Nikolayeviç Flyorov, savaş öncesi bilim çevrelerinde büyük heyecan yaratan nükleer fisyon konusunda Alman, Amerikalı ve İngiliz bilim adamlarının dikkat çekici sessizliğinden kuşkulanır; belli ki bilgi gizlenmektedir ve bu bilim insanlarının bir "süper silah" peşinde oldukları yönündeki şüphesini Stalin'e iletir.
Üçüncü mektup ise ABD Başkanı Roosevelt içindir. Mektubu yazan ise Albert Einstein. Einstein, daha sonra atom bombasını yapacak olan Manhattan Projesi'nde yer almaz ama Başkanı uyaran bir mektup yazar. Savaş sonrası verdiği demeçte, Almanya'nın kazanamayacağını bilseydi bu mektubu asla imzalamayacağını söyleyecektir.
Görülüyor ki bomba peşinde koşan bilim insanları, Dünya'nın geleceği açısından yalnızca kendi devletlerine güvenmekteydiler.
Oysa 1930'lar boyunca, Avrupa nefesini tutmuş bir uçurumun kıyısında beklerken, bilim insanları doğanın sırlarının peşindeydi. Atom çekirdeğinin içinde farklı bağlanma enerjileri olan birden fazla parçacık (protonlar ve nötronlar) keşfettiler.
Güneş, en hafif elementleri alıp onları daha ağır elementlere kaynaştırırken, büyük bir enerjiyi serbest bırakıyor; buna karşın en ağır elementler de daha hafif olanlara bölünebiliyor ve aynı zamanda olağanüstü miktarda enerji salabiliyorlardı.
Fisil yani bölünebilen bir element olan Uranyum-235'in umulandan çok daha fazla enerji saldığının anlaşılmasıyla savaşın eşiğinde olan ülkelerin bilim insanları bomba fikrine odaklandılar.
Fisil malzemeyi daha verimli hale getirmek ve çok daha büyük miktarda enerji elde etmek için bir zincir reaksiyonu başlatmak gerekiyordu. Bunun için malzemenin içindeki fisil çekirdeklerin (Uranyum-235 ve Plütonyum-239) yüzdesinin artırılması gerekiyordu. Biz buna zenginleştirme diyoruz.
Böylece nötronlar daha fazla bölünebilir atomla etkileşecek ve yüksek oranda fisyon reaksiyonu gerçekleşecekti. Her reaksiyon yeni nötronlar üretecek ve onlar da başka reaksiyonlara girerek çok kısa bir sürede çok büyük bir enerji ortaya çıkacak ve süreç büyük bir patlama ile sonlanacaktı.
Atom bombasının özü budur.
1940'ların başlarında, Almanlar nükleer silah çabalarında müttefiklerin çok ilerisindedirler. Ama başaramazlar, projede görev alan Otto Hahn, savaş sonrasında "İyi ki nükleer bombayı Almanya yapamadı" derken bu bir anlamda Almanya'nın başarısızlığının bir özeti gibidir. Belli ki Almanya'nın bazı bilim insanları bomba yapımı konusunda Heisenberg kadar gayretli ve istekli değildiler. Belki Heisenberg de öyleydi, bilmek zor!
Amerika savaşta değildir ama Einstein'ın uyarıcı mektubu üzerine Roosevelt, 11 Ekim 1939'da bir ön çalışma başlatır. Amerika'nın savaşa dahil olması ile 13 Ağustos 1942'de fizikçi Robert Oppenheimer başkanlığında tarihin en büyük bütçeli projesi uygulamaya konur. Avrupa'dan kaçan hemen hemen tüm bilim insanları projede yer alır; Edward Teller'da bunlardan biridir.
Sovyetler ise bu 100 m yarışında iyi bir çıkış yapamaz ve geride kalır. Atom bombası yapıldığı haberini alan Stalin, derhal nükleer bomba yapımı çalışmalarının hızlandırılmasını ister. Savaşın sonuna gelinmişse de önünde bir soğuk savaş dönemi uzanmaktadır ve kullanılmasa da güç gösterisinde onlara ihtiyacı olacaktır.
Hitler, 2 Mayıs 1945'te intihar eder, beş gün sonra da Almanya teslim olur.
Ama savaş hâlâ bitmemiştir.
16 Temmuz 1945 sabah saat 5.30'da tarihin ilk atom bombası "Trinity" New Mexio Alamogordo'da denenir. Sonuç korkutucudur.
Almanya'nın teslim olmasıyla atom bombasının kullanılmayacağı beklenirken 5 Ağustos 1945 öğleden sonra, Başkan Truman atom bombasının Japonya'ya karşı kullanılması kararını onaylar.
Arka arkaya atılan iki bomba dehşet dalgası yaratır ve görülür ki, insanlığın geleceği artık büyük tehdit altındadır.
Manhattan Projesinin başkanı Oppenheimer, nükleer silahların uluslararası boyutta kontrol edilmesi ve hatta imhası talebiyle Başkan Truman'ı oval ofiste ziyaret eder, ancak talebi kabul görmez. Bu görüşmede Oppenheimer, eline kan bulaştığını söyler; Truman'ın yanıtı ise "O kan benin ellerimde, bırak onu ben düşüneyim!" olur.
Çok geçmeden Ruslar atom bombası yaparlar. Amerika bunun sorumlusunu aramaya başlar ve McCarty kafası Amerika'nın üzerine kabus olur, çöker.
Bu süreçte Manhattan projesinde görev alan Edward Teller, Oppenheimer'ı suçlayarak görevden alınmasını isteyecek ve onun kariyerini mahvedecektir.
3 mektupla başlayan süreç 3 bilim insanının ismini öne çıkarmıştır.
Bugün, Heisenberg, Naziler için yaptığı silah tasarımından çok kuantum fiziğine yaptığı katkılarla bilim kitaplarında yerini alıyor. Bilime yaptığı katkılarının büyüklüğü, üzerindeki Nazi gölgesini uzaklaştırmış görünüyor.
Teller ise tam bir çığırtkan, ona göre atom bombası yeterli değil, çok daha büyüğü yapılmalıdır. Ve sonra 1950'lerde onun öncülüğünde daha büyükleri de yapılır ve kendisi de "hidrojen bombasının babası" olarak anılır. Bu arada Teller'ın doktora danışmanının Karl Werner Heisenberg olduğunu da kaydedelim.
Eline kan bulaştığını söyleyen Oppenheimer ise bu savaşın en yorgun ve en bezgin ismidir.
Başta da söylemiştik: Bomba peşinde koşan bilim insanlarının tümü kendi devletlerine güveniyordu, yalnızca kendi ülkelerinin bombayı doğru amaçlar doğrultusunda kullanacağını düşünüyor, diğerlerine güvenmiyorlardı. Oppenheimer da onlardan biriydi, ama o, daha sonra çok yanılmış olduğunu düşünecektir.
Bilim tarihinde, bilimin bu denli savaşın hizmetinde olduğu bir başka dönem her halde olmamıştır.
İlk savaş ne zaman olmuş bilmiyor olsak da, tarih bize bu savaşlarla birlikte insan topluluklarının güç peşinde koşmaya başladığını söylüyor.
Bugün geldiğimiz noktada, hiçbir gücü yeterli bulmayan insanların dünyasında yaşıyoruz.
Hastalığın adı güç zehirlenmesi ve bir pandemiye dönüşmüş görünüyor. Üstelik bunun aşısı yok, aşısının bulunması umudu da yok!
Kaynakça