Diyarbakır
Dün akşam Roboski’de yaşayan barış aktivisti ve vicdani retçi Yannis Vasilis Yaylalı’nın gözaltına alındığını sosyal medyadan öğrendim. Yannis Vasilis Yaylalı, Uludere’de Roboski ailelerinden bir büyükbabanın cenazesine Bulakbaşı köyüne giderken gözaltına alınmış. 1 saat sonra Vasilis’in yoldaşı, barış aktivisti Meral Geylani aradı ve gözaltı değil, Vasilis’in direkt tutuklandığını söyledi.
Vasilis daha önce de defalarca gözaltına alınmıştı. En son Roboski katliamının yıldönümünde gözaltına alınarak serbest bırakılmıştı. Buna savcılık tarafından itiraz edilmesi üzerine Şırnak Sulh Ceza Mahkemesi tarafından tutuklama kararı verilmiş.
Peki, devlet Vasilis ile neden bu kadar uğraşıyor?
Vasilis, o zamanki adıyla İbrahim Yaylalı, 1994 yılında komando olarak girdiği bir çatışmada, Şırnak’ta yaralanarak PKK tarafından esir alındı. Gönüllü komanda olmuş, “teröre karşı vatanı savunmak” gerektiğine inanan Karadenizli bir geçti. Bir röportajında o zamanlar “Kürt düşmanı” olduğunu belirtiyor. 2 yıl 3 ay süren bu esirlik hayatı boyunca ciddi dönüşümler geçirdi. Bu arada devlet ailesine “Rum olduğunuzu biliyoruz, bu işi fazla kurcalamayın” deyince Rum olduğunu öğrenmiş oldu. Kendi deyimiyle “Türklük için savaşırken, Rum olduğunu” öğrendi. Vicdani retçi oldu, 3,5 ay cezaevinde yattı, barış için mücadeleye başladı. Roboski katliamından sonra, 5 yıl önce Roboski’ye yerleşti. Asker olarak işledikleri savaş suçlarını, köy boşaltmalarını, esirlik hayatını ve neden militarizm karşıtı olduğunu yüksek sesle her yerde anlattı. Bununla da kalmadı Pontos Rumlarının tarihine ilişkin birçok çalışmaya el attı. İbrahim ismini değiştirerek Yannis Vasilis ismini aldı. Ölseydi şehit ilan edilecek olan İbrahim, yaralı esir düşünce Rum olduğu söylenen Vasilis, o günden sonra hep devlet baskısıyla yaşadı.
Telefonla konuştuğum Meral Geylani son zanlarda üzerlerindeki baskının arttığını söylüyor:
“5 yıldır Roboski’deyiz. Mücadelemiz hep dikkat çekiyordu. Ancak son zamanlarda Bölgede koruculuğun artması ile dolaylı yoldan baskılar da artmıştı”. Bu arada geçen yıl “evimizde öz-yönetim ilan ettik” demelerinden dolayı da haklarında “halkı kanunsuzluğa davet etmekten” dava açıldığını öğreniyorum. Gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Artık evlerimizin içine kadar girmeye çalışan bir iktidar ile karşı karşıyayız.
Bir başka zalimlik Dersim’de yaşanıyor. Bir baba çocuğunun cenazesini alabilmek için 59 gündür açlık grevinde. Dersim kırsalında 7 Kasım 2016'da yapılan hava bombardımanında yaşamını yitiren 11 DHK-C üyesinden 10’unun cenazesi halen ailelerine verilmiş değil. Bu cenazelerden biri de Kemal Gün’ün oğlu Murat Gün’e ait. Baba oğlunun cenazesini alamayınca, en son çare olarak, Dersim’de Seyit Rıza Meydanı'nda süresiz açlık grevine girdi. Bugün 59. Gün. Ama devletin kulakları sağır, gözleri kör. Bu babayı duymak yerine, babaya açlık grevine girdiğinden dolayı cezalar yağdırıyor. Kemal Gün’e Kabahatler Kanunu’ndan her gün ceza kesiliyor. “Kabahati” oğlunun kemiklerini istemek.
Zulümler bununla sınırlı değil elbet. Mesleğinin gereklerini yerine getirdiği için 6 aydır tutuklu olan Dr. Serdar Küni, OHAL kararnameleriyle ihraç edilen akademisyen Nuriye Gülmen, öğretmen Semih Özakça ile Acun Karadağ, Bodrum’da “işimi ve öğrencilerimi geri istiyorum” diyerek eylem yapan Engin Karataş… aklıma ilk gelenler. Nuriye Gülmen ve Semih Özakça 46 gündür açlık grevindeler. İstedikleri haksız bir şekilde ellerinden alınan işleri, ekmekleri. Böylesi yüzlerce değil, binlerce, binlerce insandan, hayattan bahsediyoruz.
Sindirme politikaları tutmuyor elbet. Ülkenin dört bir yanında zulme, haksızlığa, adaletsizliğe karşı mücadele eden bu insanlar direnişin simgesi haline de geliyorlar.
Türkiye insanların işleri, ekmekleri, evlatlarının kemikleri için bedenlerini açlığa yatırdıkları bir zulümler ülkesi haline dönüşüyor.
Nereye kadar! Bu zalimlikle nereye kadar!