Kişinin, bulunduğu yerden çevreye seslenme ayrıcalığına sahip olduğu her konum küçük çaplı da olsa bir iktidar odağı yaratır. Konferanslarda, panellerde, miting meydanlarında konuşmacılar daha yüksek bir yerden, kürsülerden hitap ederler dinleyenlere. Her kürsü, öğretmeninki de hâkiminki de bir çeşit iktidardır. İktidarı, başkalarına şu veya bu şekilde hükmetme, ayrıcalıklı bir konumdan söz söyleme, bulunduğu yerden aldığı güçle başkalarını düşünsel olarak etkileme şeklinde, en geniş anlamıyla tanımlarsak köşe yazarlığının da kendi çapında bir iktidar konumu olduğunu söyleyebiliriz. Köşeler kürsüdür ve oradan ahkâm kesilir; tıpkı şu anda benim de yaptığım gibi... Köşeler, yazılan yere gör ne kadar geniş çevrelere sesleniyorsa, ne kadar fazla okuru varsa, köşe yazarının iktidarı o kadar pekişir. Ülkeye hakim olan erk odaklarına, diyelim siyasal iktidara, hükümete, devlete, orduya, askere, vb. dayanan arkadan pompalı köşecileri kastetmiyorum, onların durumu biraz farklı (ve çok vahim). Bir çeşit okurlarla dertleşme olarak kabul edebileceğiniz bu satırlar; irili ufaklı, etkili etkisiz, büyük tirajlı az tirajlı gazetelerde, ya da bencileyin internet sitelerinde, etine göre budu köşeler edinmiş yazarlarla ve de onlardan biri olarak kendimle ilgili.
Bildiğim kadarıyla bizdeki anlamı ve içeriğiyle köşe yazarlığı, en azından Batı basınında pek yok. Uzmanı oldukları konularda değerlendirmeler yapan ünlü yorumcular, kendi görüşlerini topluma duyurmak için ara sıra yazan siyasiler, kanaat önderleri, başında bulundukları yayın adına görüş bildiren genel yayın yönetmenleri var; ünlü medya röportajcıları, önemli savaş veya diplomasi muhabirleri, sanat-edebiyat eleştirmenleri, sosyete-moda habercileri, mizahçılar, vb. var tabii; ama dar veya geniş köşelerde her konuda kalem oynatan (günümüzde bilgisayar klavyesini tuşlayan demek daha doğru olacak) pek yok. Konuyu bilenlere sordum, onlar da yok dediler.
Bizdeki türden köşe yazarlığının toplumsal bir ihtiyaçtan kaynaklandığını düşünüyorum. Kendisine sunulanı sorgulama, didikleme, eleştirme, kendi fikrini özgürce geliştirme, hem erk odaklarına hem de gereğinde kendi mahallesinin statükosuna karşı cesaretle ve azimle savunma alışkanlığı düşünsel-kültürel geleneğimizde kök salmış değil. Dinî ya da seküler otoritelere biat, “büyüklerimize” teslimiyet, tarikat, cemaat bağlarının düşünce tembelliği yaratan konforu, resmî ideolojilerin taşıyıcısı eğitim sisteminin koşullandırması, bir cepheye asker yazılmanın sağladığı güvenlik, eleştiriye değil ezbere yatkınlık ahkâmcı, yani hüküm kuran köşe yazarlığına olanak sağlıyor sanırım.
Okur çoğunluğu kendi düşünsel konumunun, kendi siyasi-ideolojik tercihinin önemli saydığı tanınmış köşe yazarının kaleminden doğrulanmasını ister, böylece kendi fikirleri, kendi duruşu doğrulanmış olur. En beğendiğimiz yazarlar, itiraf edelim ki kendi doğrularımızı, tavrımızı, tercihlerimizi bizden daha iyi ve daha geniş çevrelere yansıtanlardır. Köşe yazarımız, beklentimizin aksine bir şey yazarsa, pişmiş düşünce aşımıza soğuk su katarsa nasıl da şaşkınlıktan kızgınlığa, oradan da o yazarı redde, hakarete, hatta küfre varır tepkiler! (Nereden mi çıkarıyorum? Sık sık muhatap olduğum ve başka yazarların da muhatap olduklarını en azından okur yorumlarından izlediğim tepkilerden).
Her konuda cepheleşmenin derin, karşıtlıkların sert olduğu; diyalog ve uzlaşmanın teslimiyet, uzlaşmaz çelişki anlayışına dayalı çatışmacılığın sıkı devrimcilik sayıldığı; hem dinî hem de laik/seküler eğitimin dogmalar üzerine kurulduğu, demokrasi kültürünün iki adım ileri bir adım geri temposunda geliştiği ülkemizde köşe yazarı, kendi taraftarlarınca bir çeşit otorite haline gelir/getirilir, öteki taraftakilerce siyasî hasım kabul edilir. O noktadan itibaren de yazarın yazdıkları değil kişiliği üzerinden konuşulmaya başlanır, kimliği, kişiliği yıpratılmaya çalışılır. Eleştiri, düzeltme, farklı bir bakış açısı getirmek yerine, “bu namussuz adam”, “bu satılmış”, “bu dönek”, vb. türünden hakaretler bile doğal sayılır.
Her köşe -benim t24’teki minik köşem de- kendi çapında bir iktidar odağıdır demiştim yazının başında. Köşeye yerleştikçe iktidara da alışılır. Ve sadece siyasal ya da ekonomik iktidar değil her türlü iktidar insanı yavaş yavaş kemirir, değiştirir, önlem alınmazsa da giderek bozar. Sesiniz fark etmeden daha yüksek çıkar, mutlak doğrular yoktur diye yazarsınız ama, hele de her an kendinizle, kendi egonuzla mücadele içinde değilseniz, sadece öneri veya soru veya bilgi aktarımı olması gereken yazılarda mutlak hükümler artar. Okurun size atfettiği iktidarı, kendi mahallenizin güvenini yitirmekten çekindiğiniz için sorgulayıcı olmaktan, ezber bozmaktan kaçınma eğilimi belirebilir.
İşin bir başka yanı köşe iktidarının kaybının yol açabileceği psikolojidir. Hepimiz, bütün insanlar; kabul görme, tanınma, yazarsak okunma, okunursak beğenilme isteği taşırız. Genelleştirmeyim ama özellikle önemli köşelerde yazan ve de özellikle genç yazarlar köşe iktidarının kaybını ağır yaşarlar. Kaybın telafisini aceleci savrulmalarda, dilin-düşüncenin sertleşmesinde, ya da tam aksine küskün suskunluklarda arayabilirler. Bencileyin yaşlı, artık yazmaktan usanmış, sık sık “yazıyorsun, yazıyorsun da ne oluyor, neye yarıyor” bezginliğine kapılan, “Benden çok daha iyi yazanlar varken niye devam ediyorum?” sorusunu soran, özellikle de iktidarın insanı bozduğu düşüncesini kafasına takmış olanlar, köşelerini daha az önemser, daha kolay terk ederler. Yine de, en azından sohbetlerde “ben yazmıştım” demekten, yazıyı diğerleri üzerinde üstünlük sağlayan bir iktidar aracı olarak görmekten kolay kolay kurtaramayız kendimizi. Bütün zaaflarımızla insanız işte...
Aslında, okurun atfettiği köşeci iktidarı, pek zavallı bir iktidardır. İşgal edilen köşeyle kâimdir, geçicidir, kırılgandır, gazete/medya patronunun iki dudağı arasındadır. En önemlisi de, internet gazeteciliği, interaktif basın, sosyal medya yaygınlaştıkça karizmalar çizilmeye, köşe yazarlığının eski pırıltısı, cazibesi, iktidar kibri törpülenmeye başlamıştır. Okurlar, -hatta yazıyı okumaya bile gerek görmeden yazara özel veya siyasî nedenlerden gıcık olanlar- cevap, eleştiri, sorgulama, itiraz haklarını hem de hiç gecikmeden, hatta düşünüp hazmetme zamanına bile ihtiyaç duymadan, ânında kullanabilmektedirler.
Yukarda anlatmaya çalıştığım kültürel bagajımız: yapıcı eleştiri, diyalog alışkanlığı zaafımız, doğrunun tekeli bende demeden hatalarımızı alçakgönüllülükle kabul etmekte zorlanmamız, hatayı günahla karıştırmamız, burnumuzdan kıl aldırmamayı tutarlılık saymamız, vb. yüzünden, internet katılımcısı yeni okur, köşe yazarının iktidar alanına tecavüz eder gibi algılanabilir. Bana sorarsanız, bazen hakaret sınırlarını zorlasa bile, geleceğin katılımcı ve demokratik medya ortamı, bu deneyimlerin ışığında şekillenecektir. Başka bir deyişle, uzmanlıkları ve habercilikleri öne çıkan yazarlar bir yana, benim gibi “ahkâmcı”ların iktidar odakları olma algılarının törpülenip eşit tartışmacı, eşit fikir üreticisi olmaya evrilmelerinin zamanı gelmiştir. Başka bir deyişle, köşe iktidarlarının sonuna doğru yaklaşılmaktadır.
Çuvaldızı kendimize batırdım, şimdi iğneyi okura batırabilir miyim? Üşenmezseniz yazıların altındaki okur yorumlarına bir göz atın. Sadece t24’tekilere değil diğer gazetelerin internet sitelerine de. Oralarda, yazarın metnine, yazıdaki düşüncelere eleştiri değil, yazarı ezme, hırpalama, zaman zaman da kişilik yıpratması ve hakarete rastlayacaksınız sık sık.
Köşe yazarının iktidar konumu gibi bu türden tepkiler de eski alışkanlıklarımızın, bir yüzyıl öncesinde kalmış okur- yazar ilişkisinin, çatışkı zihniyetinin uzantıları bence. Kişiyi ezmeye, bertaraf etmeye çalışmadan, hakaret etmeden de söyleyebiliriz düşüncelerimizi. Yanlış bulduğumuzu kendi doğrumuzla tashih edebiliriz, ya da tartışabiliriz. Okur olarak bunu başarabilirsek, yazar da kendine dönüp kendi doğrusunu sorgular, okura hak da verebilir. Mesela ben bunu sıkcana yaparım, eleştirilerden yararlanırım, şu veya bu biçimde düzeltmeye çalışırım, eleştirileri doğru bulmasam da üzerinde düşünürüm. Ama saldırıyla, hakaretle karşılaşınca iletişim ağları kopar. Size nasıl küfredildiğini okumak için yanıp tutuşmazsınız, sadece öfkelenirsiniz, katılaşırsınız, biraz da umutsuzluğa kapılırsınız. Mesela, son zamanlarda en çok okunan, çoğu pek olumlu çok sayıda tepki alan (772 yorum) bir yazıma, bir yorumcu (!) kişiliğimle ilgili tümü de yanlış ve kendi kafasından doğmuş uydurma karalamaları sıraladıktan sonra, adımın baş harfiyle oynayarak “Bu O.....,” diye tepki vermişti. Beni hiç tanımadığı, başka bir yazımı okumadığı, sadece belli çevrelerden adımı o çevrelerin değerlendirmeleriyle duyduğu belliydi. Küfretmek ihtiyacındaydı ve kendi siyasî-kültürel birikimi çerçevesinde en ağır saydığı küfrü: “orospu”yu seçmişti. Böylece, benim hak edilmemiş köşe yazarlığı iktidarımı tekmeleyerek kendini rahatlatma, hem kendisine hem de çevresine “delikanlılığını” ispat etme çabası içindeydi sanırım.
Bir ân, ama sadece bir ân canım sıkıldı, sonra insanın nasıl bu kadar kötücül, saldırgan, öfke dolu olabileceğini, bunu kışkırtmak için bilmeden de olsa ne yaptığımı düşündüm. Bu uzun bir konu, bitirmek için sadece şunu söyleyeyim: İktidarı kullanan -bu yazı çerçevesinde köşe yazarı- iktidarın kemirici etkisini sorgulayıp, tartışmaya açık sorular ve tartışılabilir cevaplar üreten, kendi doğrularına tabii ki sahip çıkan ama bunların mutlaklığından kuşku duyan eşit katılımcılığa doğru evrilebilirse; okur ise yazarın kimliğine, kişiliğine saldırarak değil; fikirlerini, bilgilerini, yazdıklarını eşit değerde sorularla, eleştirilerle açabilir, zenginleştirebilir, değiştirebilirse, yeni dünyanın katılımcı-demokratik yeni okur yazar ilişkisi oluşabilecek. Okurla yazar arasında birbirini tüketen değil zenginleştiren bir iletişim kurulabilecek.