Neil Postman'ın Televizyon: Öldüren Eğlence adlı eserini okuduğum zamandan beri, ne zaman elime distopik bir roman geçse, iktidarın davranış biçimine odaklanılması gerektiğini düşünürüm. Postman, eserinin önsözünde Huxley'in Cesur Yeni Dünya romanı ile Orwell'ın Bin Dokuz Yüz Seksen Dört romanlarının kısa bir karşılaştırmasını yapar ve hangi yazarın gelecek tahayyülünün haklı çıktığına ulaşmaya çalışır.
Postman'a göre; Orwell tamamıyla baskıcı, vatandaşlarına nefes aldırmayan, onları her an gözetleyen bir iktidar öngörürken, Huxley vatandaşlarını eğlence ve yozlaşma ile kontrol altına almaya çalışan ve onları sonsuz 'serbest' bırakan bir iktidar anlayışı ortaya koymaktadır. Orwell kitapları yasaklamalarından korkarken, Huxley kitap okumak isteyecek kimsenin kalmamasından korkuyordu. Orwell enformasyonsuz kalacağımızdan korkarken, Huxley enformasyon denizinde boğulacağımızı vurguluyordu. Birincisi hakikatin kitlelerden gizleneceğini söylerken, ikincisi hakikati kimsenin önemsemeyeceğini belirtiyordu. Kısacası Orwell, bizi nefret ettiğimiz şeylerin esir alacağını söylerken, Huxley, bizi sevdiğimiz şeylerin esir alacağını söylüyordu.
Postman, bu eseri 1985 yılında kaleme almış ve Huxley'in gelecek öngörüsünün haklı çıktığını belirtmiştir. Dönemi itibariyle düşünürsek ve Dünya genelinde yaygınlaşan neoliberal politikaları da göz ardı etmezsek Postman'ın haksız olduğunu söyleyemeyiz.
Fakat Dünya'nın şu anki görüntüsüne ve büyük devletlerin liderlerinin davranış biçimlerine bakınca, tekrar Orwell'ın tahayyül ettiği gelecek tasvirinin tam ortasında yaşıyormuşuz gibi bir hissiyata kapılıyor insan. ABD, Rusya, Çin gibi bölgesel güç olan devletlerin liderleri, ülkelerinde medyayı susturmaya çalışan, muhaliflerini ajanlık ve teröristlikle suçlayan diktatör görüntüsündeler. Bu bölgesel güçler dışında yer alan çevre ülkeler de bu görüntüden bağımsız değil.
Üretici toplumların sanat dışavurumu Ütopya iken, tüketim toplumlarının sanat anlayışı distopyalar ile vücut bulmuştur. Her distopik eser, arka planında bir tüketim toplumu resmeder diyebiliriz. Yukarıda bahsettiğimiz ve yeniden vücut bulmaya başladığını söylediğimiz baskıcı yönetimlerin temel çelişkileri işte bu tüketim toplumunu sürdürmek üzerine yaşanmaktadır. Sistem bir yandan kitleleri sertlikle bastırmaya çalışırken, diğer yandan tüketimi sağlayacak bireyciliği ve görece özgürlüğü de sağlamak zorunda kalmaktadır. Bir bakıma hem Orwell'ın gelecek tahayyülü hem de Huxley'inki haklı çıkmıştır. Sistemler her iki davranışı da durum çıkarına uygun olarak kullanmaktadır.
Oya Baydar'ın son romanı Köpekli Çocuklar Gecesi, kendi deyimi ve edebiyat çevrelerinin söylemiyle, edebiyatımızdaki ilk ekolojik distopya roman olarak adlandırılıyor. Orwell-Huxley karşılaştırması üzerinden gidersek eğer, Baydar'ın çizdiği tablo Orwell'ın baskıcı iktidar anlayışına daha yakın durmakta. Roman içerisinde resmedilen iktidar, yasakçı, enformasyonu kısıtlayan, muhaliflere baskı uygulayan totaliter bir görünümde.
Romanın başkarakteri, isimsiz kahramanımız 'Kadın', çevreye duyarlı, doğa merkezci, vicdanlı, muhalif bir bilim insanıdır. Öyle ki oğlunun ismini Umut Doğa koyacak kadar çevresini ve Dünya'yı sevmektedir. Umut Doğa, annesinin sahip olduğu tüm duyarlılıkları ondan edinmiş, hatta ve hatta birçok konuda onu geride bırakmış aydın bir gençtir. Kadının kocasını roman boyunca pek göremeyiz. Sadece birkaç yerde rastladığımız bu figür, kadının gözünden pek de olumlu resmedilmemiştir. Romanın bir diğer önemli karakteri Adam, birkaç dil bilen, Kuzey Avrupa'nın refah seviyesi yüksek ülkelerinden birisinin vatandaşı, buna rağmen geri kalmış ülkelerde gönüllü olarak çalışan, saygın ve tanınmış bir bilim insanıdır. Kadın ile Adam'ın ilişkisi, bilimsel bir toplantıda tanışmaları üzerine başlamış ve zaman içerisinde birbirlerine âşık olmuşlardır.
On yıl boyunca süren kuraklık, insanları bir damla suya muhtaç etmiş, ülkeler arasında su savaşları başlamış, ihtiyaç sahipleri sokaklarda su dilenir hale gelmiştir. İnsanlar suyu karne hesabı almaya başlamış, hastalıklar, salgınlar ve ölümler yaşanmaya başlamıştır. On yıl süren kuraklığın ardından başlayan ve bir türlü durmak bilmeyen yağmur neticesinde ise seller, tayfunlar yaşanmış ve insanlık bu kez tufan felaketi ile savaşmaya başlamıştır.
Romanın kurgusu tam olarak bu tufandan sonra başlamaktadır ve hem Tanrısal bakış açısı ile hem de Kadın'ın anlatımı ile geçmişe dönmekte, Dünya'nın nasıl bu hale geldiğine ışık tutmaktadır.
Kadın ile Adam, bir dağın başındaki kulübede buluşmuşlardır ve adam yaralıdır. Kendisine yardım geleceği söylenmiştir fakat dışarıda en ufak bir gün ışığı olmadığı gibi, hayatın devam ettiğine ve hayatta kalan insanlar olduğuna dair hiçbir emare yoktur. Bu kulübe, Nuh Tufanından sonra karaya oturmuş gemi gibidir. Büyük felaketten sonra bir hayat belirtisinin olup olmadığı belirsizdir ve Kadın, gelecek kuşakları hem uyarmak hem de bilgilendirmek için gelişmiş bir kayıt cihazına tüm olan bitenleri anlatmaktadır. Okuyucu olarak Dünya'da nelerin olup bittiğini hem bu kayıttan hem de Tanrısal bakış anlatıcısından öğrenmekteyiz.
20. yüzyılın diktatörlükleri yıkılmış, halklar özgürlüklerine kavuşmuş ve Dünya'nın çeşitli yerlerinde küçük ölçekli çatışmalar yaşansa da, insanların üzerinde bir iyimserlik hâkimdir. Ta ki, demokratik sayılabilecek kimi ülkelerde, birbirlerine çok benzeyen, siyasetleri yalanlar üzerine kurulu, insan haklarını tanımayan, komşularına savaş açmaktan çekinmeyen, nefret söylemlerinden kaçınmayan, başına buyruk, umursamaz diktatörler başa gelene kadar. Ülkede de durum Dünya'dan farklı değildir. İnsanların üzerinde bir öfke birikmiş, yozlaşma had safhaya ulaşmış, şiddet her türlü haliyle her türden canlıyı hedef almaya başlamıştır. İki yaşındaki çocuğunu döverek öldüren baba, torununa tecavüz eden dede, kedi ve köpeklerin patilerini kesen caniler… Beri taraftan siyasilerin bitmek bilmeyen kavgaları, Başkan'ın kutuplaştırıcı söylemi ve sınırın hemen öte tarafından gelen çatışmaların görüntüleri, cihatçı çetelerin barbarlıkları… Küresel iklim felaketinden hemen önce Dünya ve ülke işte bu görünümdedir.
İktidarların pervasız davranışları, uluslararası çevre koruma sözleşmelerinden bir bir çekilmeleri, vahşi kapitalizmin doymak bilmez hali, Dünya'yı hızlıca bir felakete götürmüştür. Üstelik birkaç çevre örgütünün cılız sesleri dışında, yaklaşan bu felaketi kimse önemsememiştir. Kuraklık yavaş yavaş kendisini göstermeye başlayınca, bu tarz söylemlerde bulunanlar hainlik ile suçlanmış, kuraklık ile ilgili yapılan her türlü habere yayın yasağı getirilmiştir. İktidara yakın televizyon kanalları, yemyeşil ovaların, gürül gürül akan derelerin görüntülerini yayınlamakta ve aslında kuraklık denen bir tehlikenin olmadığını, bunu vatan düşmanlarının uydurduğunu söylemektedir. Baydar'ın tasvir ettiği, adı sanı olmayan bu ülke ve iktidar refleksi eminim tüm okuyuculara tanıdık gelecektir.
Baydar'ın romanı bir ekolojik distopya olarak geçse de esasen tam da bugünü anlatmaktadır. On yıl süren kuraklık ve akabinde gelen büyük tufan dışında her şey günümüzde yaşanmaktadır. Pervasız liderler koca koca devletleri yönetmekte ve hiçbir tavsiyeye kulak asmayacak kadar her şeyi en iyi onlar bilmektedir. Muhaliflerini susturmak için terör ile iltisaklı göstermekte, eleştirel medyaya zerre tahammül etmemektedirler.
Romanın kırılma anı, Kadın ile Umut Doğa'nın yolda yürürken, göçmen çocuk ve köpeğini gördükleri zamana rastlamaktadır. Çocuk ve köpek, soğuktan korunmak için birbirlerine sarılıp uyumaktadır bu görüntüde. Umut Doğa annesine onları eve götürmeyi teklif eder. Kadın her ne kadar bu görüntü karşısında üzgün olsa da, Umut Doğa'nın isteğini kabul edemez. Daha sonra defalarca bu görüntüyü hatırlayacak ve oğlunun isteğini kabul etmediği için pişmanlık yaşayacaktır. Çünkü o günden sonra oğlu bambaşka biri olur. Daha vicdanlı ve daha mücadeleci bir insan haline gelir. Öyle ki gün gelir, Umut Doğa sınırın öbür tarafına insanlara yardım etmeye gider. Roman boyunca Kadın bir yandan oğlunu arar, bir yandan mücadele etmeye çalışır, bir yandan da âşık olduğu Adam'ın rüzgârında savrulur.
Dünya genelinde başlayan kuraklık ile birlikte, küresel iklim krizi ile mücadele etmeye başlayan çevreci gruplar çıkar ortaya. Kuzey ülkelerinin zengin çocuklarının oluşturduğu 'İklim Çocukları' ve çoğunluğunu göçmen ve sokak çocuklarının oluşturduğu 'Köpekli Çocuklar' bu mücadele eden grupların öncüsü olurlar. İklim Çocukları, evvela bir grup okullu çocuğun zararsız ve geçici dışavurumu olarak görülürken, zamanla emperyalist güçleri rahatsız etmeye başlamış, onların hedefi haline gelmiştir. Romana adını veren Köpekli Çocuklar, göçmen çocuk ile ona sarılıp uyuyan köpeğinden esinlenilmiştir. Köpekli Çocuklar ülkede ortaya çıkan yerel bir güçtür. En başından beri Başkan'ın ve ona bağlı olan paramiliter güçlerin hedefindedir. Kadın'a göre kurtuluş işte bu iki çocuk grubunun omuz omuza mücadele etmesi ile gelecektir.
Baydar her ne kadar karamsar bir gelecek tahayyülünü, bugünün somut gerçekliğinden yola çıkarak kurgulasa da bu anlatı geçmişten de bağını bir türlü koparamaz. Bu coğrafyanın çözülmemiş kadim problemleri, roman boyunca sık sık kendisini hissettirir. Yeri gelir kan akan derelerden bahseder anlatıcı, yeri gelir kilisesi olan bir köy yakılıp yok edilir. Bir ulusu ulus yapan şey, ortak hatıralar ve ortak geçmişe yapılan vurgudur. Fakat bunların yanında daha belirleyici bir unsuru vardır ulus olmanın: Pek çok şeyi unutmuş olmak gerekir. Baydar'ın distopyasında kurgulanan ülke de bu şekilde, çözmediği pek çok şeyi unutmuş, yalnızca felaket anında anımsar olmuştur.
Bir dönemin tarihini öğrenmenin çeşitli yol ve yöntemleri vardır. Siyaset bilimi, arkeoloji, tarih, sosyoloji buna yardımcı olan disiplinlerden bazılarıdır. Fakat tarihi öğrenmenin en etkili yollarından biri de, o dönem yazılan edebiyat eserlerini incelemekten geçmektedir. Çünkü edebiyat eserleri diğer disiplinlerin yapmadığı bir şeyi yapar. Halkların tarihini ve gerçek yaşamlarını anlatır bizlere. Son dönem Türk edebiyatında yazılan eserlere bakınca, yeni bir edebi dönemin başladığını ve tarihe ışık tutacak eserlerin ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bu eserlerin çoğunda ortak tema, baskı altında bunalan insanların çaresizliğidir. Söylem ve kurgu her anlatıda politik olmasa da, hikâyenin geri planında kasvetli bir Türkiye görüntüsü birçok eserde göze çarpmaktadır. Somut örnek verecek olursak; Murat Gülsoy, Barış Bıçakçı, Hasan Ali Toptaş, Ahmet Büke, Onur Ünlü, Melisa Kesmez gibi yazarların bu yıl içerisinde verdikleri eserler, ileride bir dönem araştırmasına kaynaklık edecektir. Baydar'ın Köpekli Çocuklar Gecesi, ekolojik distopya olmasının yanı sıra bu döneme yaptığı tanıklık ile de şimdiden önemli bir yerde durmaktadır.
Roman, bu coğrafyanın insanları olarak şahitlik ettiğimiz birçok güncel olaya da değinmekte. Bunlardan en görünür olanı, romana da adını veren, televizyon ekranlarından izlediğimiz, köpeğine sarılıp yatan sokak çocuğunun görüntüsüdür. Göçmenleri taşıyan teknenin batması sonucu, hayatını kaybeden Aylan bebeği de romanda görürüz. Benzer şekilde Ağrı'nın Diyadin ilçesinde çobanlık yapan çocuğun, elektrik tellerine takılan kuşu kurtarmaya çalışırken kollarını kaybetmesini de okuruz satır aralarında. Baydar, tüm bu mağdurların masumiyetine güvenmeye çağırır bizi bir bakıma.
Romanda olumsuz görülebilecek, okuyucuyu rahatsız edebilecek birkaç noktaya da değinmek gerekir. Her şeyden evvel anlatım dili – belki bir distopya olmasından kaynaklıdır- fazla sosyal bilimci olarak değerlendirilebilir. Roman içerisinde kimi bölümlerde, okunan metnin kurmacadan makaleye, belgesel anlatımına kaydığı düşünülebilir. Romanın çok sesli oluşu, birkaç anlatıcının paslaşarak hikâyeyi sürdürmesi ve zamanlar arasındaki geçiş, kimi okuyucuya yorucu gelebilir. Bunların yanı sıra karakterlerin ikon derecesinde olumlu halleri de, onları birey olmaktan ziyade birer tipe dönüştüren unsur olarak değerlendirilebilir. Kim bilir belki de yeni Dünya'nın kurucuları olmaya aday kişilerin, bu denli olumlu karakterler olması, yazar tarafından bile isteyerek temenni edilmiş bir şeydir.
Köpekli Çocuklar Gecesi, farklılıklara tahammülü olmayan, pervasız diktatörlerin, doğayı yok etmeye varan kazanma hırslarının karşısında halkların bir umut bulma telaşesini anlatmakta. Bilim insanı bir Kadın, bir yandan gerçekleri insanlara anlatmak için mücadele ediyor, bir yandan oğlu Umut Doğa'yı arıyor. Tüm bunların yanı sıra, ait olduğu sosyal ve politik çevrenin, doğa karşısında tutumunu sorguluyor, geçmişine dair özeleştirilerde bulunuyor. Umut Doğa, ötekilere yardım için sınırları dinlemiyor, onlarla birlikte olmak için değil, onlardan biri olmak için yola çıkıyor. Adam, çok dilli, entelektüel, saygın bir bilim insanı ve yol hikâyesi sürprizler içinde köklerini arayan bir çocuğun hikâyesine dönüşüyor.
Baydar, bugünkü Dünya'nın hal-i pürmelalini anlatırken, felaketin çok uzak olmadığını, hiç beklemediğimiz bir anda kapımızı çalacağını söylemekte. Umut yok değildir yine de! Kitabın kapağında da yer alan, çatlamış toprağın arasından baş vermiş bir papatya, yaşamın bitmediğine, küçücük bir emarenin dahi hayatı yeniden kuracağına dair bir göstergedir.
“…gül akan bir dere, pırıl pırıl çakılları yumuşacık yalayan dalgalar, denize kadar inen zeytin ağaçları, buğday tarlaları, diz boyu papatyalar, karlı doruklar, dağlarda yanan ateşler, ateşböcekleri, kuytu, serin, yemyeşil bir orman, bir karaca sürüsü (…) Sonra bir kaval, bir türkü, tanıdık bir ninni, köpek havlamaları… Taşla tahtanın arasından başını uzatmış azimli bir papatyacık…”
Dünün sonu, yarının başlangıcı olacaktır kuşkusuz… İyi okumalar!