Dört yıl önce, dilime dolanan bir fiili eyleme dönüştürmek suretiyle terk etmiştim İstanbul’u. Dört gün önce yeniden döndüm. Sadece bir haftalığına.
İstanbul acı acı baktı bana. Giderek bir ucubeye dönüşmüş suretiyle; hanlarından, hamamlarından, şadırvanlarından; kervansarayları ve camilerinden çizilmiş çirkin siluetiyle...
Yenilmiş onca ağrılarıyla baktı şehir bana. En ince yerinden kırılmış, can evinden vurulmuş, kahpece katledilmiş haliyle baktı.
Bir şehir nasıl katledilir sizce?
Sinsice yaklaşıp arkadan, kalleşçe saplayarak mı kılıcını? Pusuya yatıp karanlık bir köşede, apansız ateşleyerek mi silahını?
Yoksa, imar planlarıyla mı katledilir en iyi! Gece gelen emirleri, gizli pazarlıkları, fesata bağlanmış ihaleleriyle mi; ya da kupon kupon, parsel parsel bölünerek mi katledilebilir bir şehir?
İstanbul’a geldiğim gün, bu şehrin cümle günahlarının vebalini taşıyan şahıs gitti. Arkasında, toprağına karış karış günahlar zerk edilmiş bir şehrin enkazını tarihe bırakarak gitti.
Vicdanın katli
Cumartesi günü Galatasaray Meydanı’ndaydım. Alana ilk ben varmıştım. Meydanın ortasında, Cumhuriyet’in 50.yılı için yapılan heykele sırtımı dayadım, yüzümü güneşe verdim.
O an Vedat Günyol’un cezaevindeki Nazım Hikmet’i ziyarete gittiğinde, görüşme yeri olarak kullanılan gemide, ünlü şairin yazdığı şiir geldi aklıma:
“Bugün pazar... Bugün, beni ilk defa Güneşe çıkardılar. Ve ben, ömrümde ilk defa Gökyüzünün Bu kadar benden uzak, Bu kadar mavi, Bu kadar geniş olduğuna şaşarak, Kımıldamadan durdum Sonra, saygıyla toprağa oturdum, Dayadım sırtımı duvara. Bu anda; Ne düşmek dalgalara, Bu anda; Ne kavga, ne hürriyet, ne karım. Toprak, Güneş ve Ben... Bahtiyarım…”
Sırtımı dayadığım elli adet borudan oluşan anıt, heykeltıraş Şadi Çelik tarafından Beyoğlu’nun karmaşasını, sadeliğiyle yenmek gibi bir anlam yüklenerek tasarlanmış aynı zamanda.
Aradan geçen 43 yılın 22 sinde, kayıplarını arayan acılı insanların sessiz çığlıklarına tanıklık etti bu heykel.
Bu düşüncelerle gözlerimi açtım. O hafta, anaların kayıplarını aradığı 652.haftaydı.
Sonbahar güneşi, 652.kezdir, bu meydana yerleşmiş ve bir daha ayrılmamış bir hüznü aydınlatıyordu.
Kalabalık giderek çoğaldı, adımlar ürkek ürkek yaklaştı birbirine, yüzlerde derin bir çukura benzeyen suskunluk.
İki gün önce Güzel Annesini kaybetmişti bu meydan. Bir gidenin daha ağırlığı çökmüştü meydana. Konuşmalar yapılıyor; sözler ağrılı, kelimelerden acı süzülüyor adeta, sesler nasıl da dokunaklı…
Hanife Ana konuşuyor. “Yetim kaldım” diyor; “annemden yetim kaldım, babamdan yetim, kocamdan ve çocuklarımdan yetim kaldım…” Sonra duruyor...
“Şimdi arkadaşımdan da yetim kaldım” diyor.
Son sözleri boğazında düğüm düğüm Hanife Ana’nın. Bu tür konuşmalardan sonra genellikle bir alkış kopar. Ama burası kayıplar meydanı, burada alkışlara mahal yok! Onun yerine bir hıçkırık tufanı kopuyor meydandan. Göğüsler inip kalkıyor, yüzler ağlamaklı, gözler nemli...
Bir toplumun vicdanı nasıl katledilir sizce?
Sesi kısılırsa eğer insanların, korkuyla terbiye edilirse halk, zulm ile abad olursa bir toplum, işte o zaman katledilmiş olur bir toplumun vicdanı.
Adaletin katli
Dün Cumhuriyet Gazetesi yazarlarının duruşması vardı. Oradaydım.
Ahmet Şık’ın kardeşiyle karşılaştım. 71 indeki annesi ve 85 indeki hasta babasını uzak bir şehirde bırakarak gelmiş.
“Ne bekliyorsunuz?” diye soruyorum.
Hiç beklemediğim kadar kesin konuşuyor:
“Bırakmazlar,” diyor, “ceza verecekler!”
Hala cezaevinde tutuklu olan gazeteciler Ahmet Şık ve Kadri Gürsel; Murat Sabuncular, Akın Atalay ve Emre İper duruşmadaydılar.
Hepsi kendinden emindiler. Gazetecilik adına dik ve vakurca duruyorlardı. Yüzlerinden anlıyordum, yapılan iddialar karşısında savunma yapmayı zul görüyorlardı kendilerine. Ne var ki, tarihe kayıt düşmek gibi de bir görevleri vardı.
Ahmet Şık kayıpların 500.haftasında Murat Sabuncu’yu da alarak koşmuştu Galatasaray Meydanı’na. O günden sonra Ahmet Şık’la birlikte kalplerini o meydana bırakmışlardı…
Onları duruşmada izlerken düşündüm:
Bu gazeteciler, cemaat sofralarından beslenip, hatırlı referanslarla krediler alıp, villa ve yat sahibi olmadıkları için mi suçlular yoksa, bir zamanlar cemaatin yargı kılıcının önünde diz çöküp biat etmedikleri için mi?
Örneğin, dört bine yakın hâkim ve savcıyı liyakatsiz bir şekilde yargı sistemine sokup adaletin katline ortak olmadıkları için suçlular?
Meydan meydan dolaşıp cemaati öven konuşmalar yapmadıkları; onların elinden afili ödüller almadıkları, paraya boğuldukları gazete köşelerinde, AKP ve cemaate alkış tutmadıkları için suçlu görülebilirler mi örneğin?
Almanya’nın en büyük yolsuzluk davası olan Deniz Feneri Davası’nda, savcılara görevden el çektirilip davanın kapatılması için çevrilen dolaplara ortak olmadıkları için de suçludurlar belki…
Erzincan’daki cemaat örgütlenmesinin üzerine cesurca giden savcı İlhan Cihaner’i, makamında basarak yaka paça gözaltına aldıran cemaat savcılarının safında yer almadıkları için de suçlanabilirler mi?
Geçelim bunu da, devletin olanaklarıyla ele geçirdikleri televizyon kanallarında her gün arz-ı endam etmek suretiyle cemaati övmedikleri için de suçlanabilirler mi bu yazarlar?
Bilmiyorum, yazarlarımız gizliden gizliye ya da açıktan, uzak kıtalara gidip bir cemaat liderinin önünde diz çökmüşler midir? Hadi bunu da geçtik, liderle birlikte poz verebilmek için, neden birbiriyle yarış etmedikleri de için suçlanabilirler mi?
Yıllar yılı cemaat örgütlenmesi ve bunun tehlikeleri üzerine yazılar, makaleler, kitaplar yazdıkları için iktidar/cemaat kumpasıyla hapislere tıkıldıkları halde, yine de cemaat önünde diz çökmedikleri için suçlanabilirler mi?
Kim bilir gerçeğin, yalnızca gerçeğin peşinde koşmayı gazetecilik olarak bilen yazarlar olarak, yalnızca cemaatin karşısında değil, en az onun kadar kalbi kara bir iktidar zulmünün karşısında boyun eğmedikleri de için de suçlanabilirler mi?
Belki de bir ülkenin ordusuna kumpas kurulup kozmik odasına girilirken gazetelerinde manşet manşet başlıklar attırıp, yazdıkları yazılarla bu kumpasa alkış tutmadıkları için de suçlanabilirler…
Sahte isimlerle kanuna aykırı olarak aydınların, yazarların telefonlarını dinleterek, yeri geldiğinde ülkenin yarısının gizli yaşamlarına girebilmek için kararlar alabilen savcıları övüp göklere çıkarmadıkları için de suçlu olabilirler mi?
Örneğin onlar, televizyon televizyon dolaşıp, cemaat liderinin hatırına salya sümük ağlamışlar mıdır? Ağlamamışlarsa eğer, cemaat adına düzenlenen olimpiyatlarda, statlar dolusu kalabalıklar önünde “muhterem(!)” cemaat liderine gözü yaşlı övgüler dizerek geleceğin darbecilerini alkışlamadıkları için de suçlanabilirler mi?
Ülkeyi, dünyanın en büyük gazeteci hapishanesine çeviren davalardan birini izlerken bunları düşündüm.
Görevden el çektirilen, dört bine yakın yargı mensubunun kararlarına kurban edilen binlerce, on binlerce mağduru anımsadım.
Bu davayı izlerken iddianamenin sığınağı olan tanıkların nasıl birer maskaraya dönüştüğüne, bir davanın iddia ve tanıklar yönünden mizahın doruklarına tırmanabildiğine, jurnalci gazeteciliğin parlak örneklerinden birine tanık oldum.
Sonuçta, Kadri Gürsel’in serbest bırakılmasına, diğerlerinin tutukluluğunun devamına, mahkemenin 31 Ekim’de saat 09.30’da devam etmesine karar verildi.
O an Bülent Şık’ın sözleri geldi aklıma:
“Bırakmazlar, ceza verecekler!”
Avrupa’nın en büyük adliyesinde, sıkıştığımız bu küçük duruşma salonunda, bir kez daha adaletin nasıl katledildiğine tanık olurken, Montesquieu’yu duyar gibi oldum:
“Bir rejim, halkın adalete inanmaz bir noktaya gelince, o rejim mahkûm olmuş demektir.”