Ayberk Erkay
İstanbul Tiyatro Festivali, bu yıl, çağdaş Batı tiyatrosunun en güçlü seslerinden birini, sahnesinde şiddetin şiirselliğini ve arayışın masalsılığını bir araya getirirken kendine özgü edebi bir büyü yaratmış olan ve bu büyülü, şiddetli ve savurucu diliyle çağdaşlarını önemli ölçüde etkileyen bir tiyatro insanını, Wajdi Mouawad'ı ağırlıyor. İlk ürünlerini doksanlı yılların başında veren, yeni binyılın başında kendi sesini bulan ve otuz yıla yaklaşan ilerleyişinde odağını hemen hiç kaydırmadan, savaşların ve acıların egemen olduğu bir sürgün dünyasında geçmişlerinin ve kimliklerinin arayışında olan ve hep dile getirdiği üzere "yolların kesiştiği yerde" buluşan insanların öykülerini sahneye taşıyan Mouawad tiyatrosu, bugün itibariyle, Batı tiyatrosunun yakın dönemine derin bir iz bırakmış, yeni bir yön çizmiş yapılardan biri durumunda.
Mouawad'ın tiyatrosu, kendi diline ve kendi sesine sahip bir tiyatro. Kendi ifadesiyle söyleyecek olursak, dramatik sanatla gerçek anlamda Montréal'de, L'École nationale de Théâtre'da tanışmasının ardından kaleme aldığı metinlerin çoğunu bizzat sahneye koyan ve bu sahnelemelerin bazılarında oyuncu olarak seyirci karşısına çıkan yazarın dramatik edebiyatı, bugün ulaştığı noktada, kendine ait bir ton yakalayabilmiş, birçok farklı sesi, modern kentin, göç coğrafyasının, gitmesine müsaade edilmeyen yerlinin, gitmeye mecbur bırakılan yabancının, sokağın şiddetinin, masalın şiirinin seslerini aynı düşsel mekânda bir araya getiren, ele aldığı ve zeminini oluşturan meselelerle iç içe geçmiş bir yapıya sahip, beslendiği kaynağı henüz tüketmemiş, bilakis bu kaynağı sürekli bir kullanıma tabi tutarak zenginleştiren, yazının ve sahnenin birbirini devamlı olarak beslediği, tekil bir edebi bütünlük olarak karşımızda duruyor.
Mouawad bir röportajında şöyle tanımlıyor bir yazar olarak kendisini ve tiyatrosunu: "Ben tiyatroya açılan bir pencereyim, tiyatroya bakmanın ve onu yaşamanın yollarından biri. Tam ortasında adına tiyatro dediğimiz nesnenin boy gösterdiği sahneye açılan pencerelerden biri." Bu tanımın ışığında ifade edecek olursak, gizlemekten, örtmekten, aktarmaktan ziyade göstermekten, açığa vurmaktan, anlatmaktan yana tavır alan Mouawad'ın şeffaf tiyatrosunda, onu tarif etmemize imkân sağlayacak anahtar sözcükler zaten daha ilk bakışta gözümüze çarpıyor: Sürgün, kopuş, kayıp, geçmiş, kimlik, bağ, şiddet ve dil. Ve Mouawad, tüm bu yoğun, yüklü sözcüklerle, tragedyanın, kara komedinin, sansürsüz şiddetin, poetik monolog ve diyalogların iç içe geçtiği metinlerde yüzleşmeye çalışıyor.
İfadesini nihai olarak dil vasıtasıyla bulan - ya da bulamayan, bulmasına ket vurulan - yaşama ve varoluşa doğrudan ilişkin tüm bu anahtar kavramların kaynağının, Mouawad tiyatrosu özelinde, yazarın bizzat kendisi, kendi yaşamı olduğunu, yine yazarın kendi ifadelerine dayanarak rahatlıkla söyleyebiliriz. Yazarın yaşamına biçim vermiş ve yön çizmiş olayların ve süreçlerin izlerine bütün metinlerinde rastlamak mümkün. Bu izler, kimi zaman, Littoral, Incendies, Le Soleil ni la mort ne peuvent se regarder en face ya da Assoiffés'de rastlayabileceğimiz üzere anonim kişilerde vücut buluyor, kimi zamansa, festivalde sahnelenecek olan Seuls ya da Rêves gibi metinlerde olduğu gibi, yazarın kendi yaşamıyla eşleşiyor ve bu tekil yaşam - ve bu yaşamın edebiyata dönüşümünü sağlayan tuhaf mekanizma - sahne üzerinde açığa vuruluyor. Lübnan'da doğan, iç savaş nedeniyle, dokuz yaşında ailesiyle birlikte önce Fransa'ya, ardından Kanada'ya göç eden, yine kendi ifadesiyle sürekli baştan başlamaya mecbur bırakılan, bağ kurduğu tüm değerleri, arkadaşlıkları, hayalleri sürekli geride bırakmak zorunda kalan, annesinin genç yaşta ölümü ve babasının iç savaşın sürdüğü ülkeye geri dönüşüyle birlikte yaşamında derin kopuşlar yaşayan yazara dair sıralanabilecek bunlara benzer tüm bilgiler, biyografik veriler olmanın ötesinde, yazarın edebiyatının ana hatlarını belirleyen çizgiler olarak okunabilir. Dolayısıyla, yazar Wajdi Mouawad'ın, yaşamı daimi bir yer değiştirme hali içinde geçen kişi Wajdi Mouawad'ın çevresinde inşa ettiği tiyatrosunun otobiyografik niteliği oldukça baskın bir tiyatro olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz.
Toprakla, geçmişle ve dolayısıyla dille bağ kuramamış bir yazar Mouawad. Yaşamını büyük oranda özetleyen sürekli sürgün ve yer değiştirme halini, yine bir röportajında, "adımın yanına hangi şehri yazmalı? Beyrut? Ottowa? Chambéry? Toulouse? Avignon? Paris? Bilmiyorum" diyerek tarif ediyor. Yazarın edebiyatının zeminini ve asıl meselesini oluşturan bu köksüzlük, bilhassa Littoral, Incendies, Forêts ve Ciels'den oluşan ve şimdiden çağdaş dramatik yazının klasiklerinden biri haline dönüşmüş olan Le Sang des Promesses dörtlemesinde, en az bir oyun kişisi kadar ete kemiğe bürünmüş halde okurla ve seyirciyle temas halinde bulunuyor.
Bu metinlerde karşımıza çıkan Mouawad'ın kişileri, kimlik arayışında olan, travmalarla, yalanlarla ve gediklerle örülü geçmişleriyle hesaplaşmaya çalışan, kimi zaman yaşamsal bir anlama, kimi zaman hiçliğe varan bu hesaplaşmaların acısını ve zorluğunu yaşayan, toprağından sürülmenin, bağlarını yitirmenin, değerlerini kaybetmenin, çocukluktan kopmanın şekillendirdiği varoluşlarına anlam kazandırmak ya da bu varoluşları en azından tahammül edilebilir kılmak adına bir arayışa girişmiş ya da bir arayış mecbur bırakılmış kişiler. Bu arayış, bu eksik kişiler için geçmişle barışmak, bulundukları coğrafyada hayatta kalmak anlamını taşıyor. Zira Mouawad evreni, savaşın, şiddetin, zorbalığın hâkim olduğu, insanların topraklarından ve ailelerinden koparıldığı, Littoral'da gördüğümüz üzere ölüleri gömecek ufacık bir toprak parçasının bile kalmadığı ya da Incendies'de karşımıza çıktığı üzere aşkların umulmadık şekilde azaba evrildiği, bütün toprağın işgal edildiği ya da satın alındığı ya da verimsiz bırakıldığı ve insanlara kaçmaktan başka şansın tanınmadığı bir kan ve şiddet dünyası. Mouawad, işte bu yıkıcı evrenin içinde nefes almaya çalışan, yaşamak için topraklarını terk ederken, geride hatıralarını, isimlerini, dillerini, kimliklerini bırakan insanları ve onların kanından gelen, savaştan uzakta doğmuş fakat belirsiz bir geçmişe, yitik bir belleğe, isimsizliğe, köksüzlüğe ve tüm bunların sebep olduğu huzursuzluğa mahkûm edilmiş olan, çocuklukları ellerinden alınmış, büyümüş çocukları bizlere gösteriyor. Ve kimliklerini inşa etmeye çalışırken, geçmişiyle barışmayı bir türlü başaramayan oyun kişilerinin ağzından bu çocukların öykülerini anlatıyor.
Mouawad tiyatrosuna kendine özgü sesini veren de her şeyden evvel bu anlatıcı kimliği. Bu özgün ses, bir yandan antik tragedyadan beslenirken, modern dünyanın kişilerinde antik trajedilerin yansımalarına eşlik ediyor ve geçmişten günümüze uzanan bu döngü, yitirilen zamanın ruhuna uygun olarak masalsı, anonim ve kederli bir dille konuşuyor. Yazarın yaşamını tarif eden daimi sürgün hali, sürekli yer değiştirme zorunluluğu, bu kederli anlatının özüne işlemiş. Egemen kültürün kara mizahından, sokağın küfürlü dünyasından, bir anda bir Orta Doğu masalının şiirsel, duygusal karakterine okuru savuran, dolayısıyla kahkahayla acı arasında son derece hızlı geçişlere sahip, okuru zamanda ve mekânda sürekli bir devinim halinde bırakan ve Littoral'da olduğu gibi Kral Arthur'un şövalyelerinden birini, katil bir milis liderini ve bir cenaze levazımatçısını aynı film setinde bir araya getiren bir zenginliği ve bu zenginliğin kara parodisini barındıran bir anlatıdan söz ediyoruz. Bu anlatının muhatabı olan okurun ya da seyircinin, Mouawad'ın sahnesinde kendisini uzun bir yolculuğa çıkmış halde bulması, etrafını saran farklı kişilere, farklı zamanlara ait seslere maruz kalması, nerede ve ne zaman ortaya çıkacağı belli olmayan ünlemlerin, patlamaların, şaşkınlıkların tesirinde kalarak akışına engel olamadığı bir öykü seline teslim olmuş gibi hissetmesi hiç şaşırtıcı değil. Ve okurun ve seyircinin bu hali hiç şüphesiz akla doğrudan Céline'i getiriyor. Bu yersiz bir çıkarım da değil elbet, zira Mouawad, Céline'in Taksitle Ölüm'ünün ve Gecenin Sonuna Yolculuk'unun gençlik yıllarında kendisinde derin izler bıraktığını, ilk sahneleme tecrübesinin Céline'in anlatı tekniği üzerine olduğunu ve Littoral'in de bu ilk temsilin izlerini büyük oranda taşıdığını söylüyor.
Bu anlatıya eşlik eden kuvvetli şiirselliğin kaynağını ise yine yazarın kendi ifadesinden yola çıkarak otaya koymaya çalışalım. Mouawad, 2009 yılında Avignon festivaline baş sanatçılardan biri olarak davet edilmesinin ardından gerçekleştirdiği bir söyleşide, yazarlık üslubuna, gençlik yıllarında yaşadığı iki karşılaşmanın şekil verdiğini dile getiriyor: Bir yanda Franz Kafka, diğer yanda Fransız şarkıcılar Jacques Brel, Édith Piaf, Léo Ferré, Serge Reggiani ve daha sonraları Bertrand Cantat. Mouawad edebiyatını bu iki uç edebi hassasiyetin arasında gidip gelen bir yazı olarak okumamız mümkün. Aynı söyleşide "Kafka gibi yazmak için yazdım, Jacques Brel'in coşkusunu yakalamak için, Lautréamont'un deliliğine dokunmak için" diyor Mouawad ve her şeyin buradan doğduğunu söylüyor. Bugün geldiği noktada, Mouawad edebiyatı halen bu özelliklerini koruyor, aynı kaynaktan besleniyor, aynı hevesin peşinde ilerliyor gibi görünüyor. Brel'in lirik coşkusuna kapılmış bir Kafka anlatısı ve zorbalığın, akıldışılığın egemen olduğu bir şiddet dünyasında Lautréamont'un deliliğine dokunan kişiler.
Yalnızca bir yazar ya da yönetmen olarak değil, dramatik sanatın bütün unsurlarına kendince dokunan, kendi tiyatro evrenini yaratmayı başarmış ve tiyatro üzerine kendi sözünü söyleyen, kendi düşüncesini üreten bir tiyatro insanı olan Wajdi Mouawad'ın, son nesil Batı tiyatrosunda bir işaret fişeği olarak rol oynadığı ve etkisinin önümüzdeki yıllarda daha belirgin olarak görüleceği, araştırılacağı kanısındayım.
Ünlü yazarı ve yönetmen Wajdi Mouawad Yalnız ile festivalde
Fransa’da Colline Ulusal Tiyatrosu’nun sanat yönetmeni, tiyatro dünyasına kazandırdığı oyunlarla festivallerin vazgeçilmez ismi Wajdi Mouawad 21. İstanbul Tiyatro Festivali’nde kendi yazıp yönettiği ve oynadığı Yalnız / Seuls ile yer alıyor. Yalnız, Mouawad’ın kişisel arayışına dair duygu yüklü bir oyun. Oyun, iç savaştan kaçıp, başka bir ülkeye göç etmek zorunda kalmış bir çocuğun; evinden, alışkanlıklarından, çevresinden, kısaca onu var eden her şeyden uzakta; yeni bir bağlam ve dilde kendini yeniden inşa etmeye çalışırken yaşadığı kayıp hissine odaklanıyor. Yalnız, Enka Vakfı sponsorluğunda 23 Kasım Perşembe, 24 Kasım Cuma, 25 Kasım Cumartesi günleri saat 20.30’da Zorlu PSM Drama Sahnesi izleyiciyle buluşacak.
Oyunla ilgili ayrıntılı bilgi için: http://tiyatro.iksv.org/tr/program/495
21. İstanbul Tiyatro Festivali Bu yıl 21'incisi düzenlenen İstanbul Tiyatro Festivali, 13-26 Kasım tarihleri arasında, zengin bir programla tiyatroseverlerle buluşmaya hazırlanıyor. İlk kez 1989 yılında gerçekleştirilen, yerli ve yabancı tiyatro, dans ve performans topluluklarının izleyiciyle buluştuğu uluslararası bir etkinlik olan İstanbul Tiyatro Festivali, 2002 yılından beri iki yılda bir Mayıs ayında düzenleniyordu. Festival bu sene yıllık seyrine geri dönüyor ve iki hafta boyunca ulusal ve uluslararası, klasik ve çağdaş yorumları izleyiciler ile buluşturuyor. 21. İstanbul Tiyatro Festivali’nde yurt dışından 6, Türkiye’den 13 olmak üzere 19 tiyatro dans ve performans topluluğunun 55 gösterisinin yanı sıra yan etkinlikler programında bulunan okuma tiyatrosu, söyleşi ve kitap tanıtımları, film gösterimleri, atölye çalışmaları ve ustalık sınıfları gibi ücretsiz etkinlikler de gerçekleştirilerek. |