Türkiye’nin en fazla üye sayısı bulunan İstanbul Barosu’nda yapılan genel kurulda bir ilk yaşandı, Filiz Saraç tarihinde ilk defa kadın başkan olarak seçildi.
İstanbul’da yapılan seçimde gözden kaçan başka bir şey daha oldu aslında, oylamaya katılan avukat sayısının yüzde 42 oranında kalması ilginçti.
Oy kullanma konusunda görülen bu umursamazlık lokal özellik taşıyan bir sonuç değildi, büyükşehir düzeyinde hemen her baronun genel kurulunda yaşandı.
Avukatlar, hakim ve savcılar gibi yargılamanın temel unsuru olduklarını her fırsatta dile getiriyorlar, ama bu daha çok ‘kendin söyle kendin işit’ düzeyinde kalıyor. İddialarının sahiciliği, pratikte pek kendini göstermiyor.
Galiba avukatlar, baroları meslek örgütü olarak fazla yeterli bulmuyorlar.
Saldırıya uğruyor, öldürülüyorlar, mahkeme önünde görevlerini yapamadıklarından yakınıyorlar ama, baroları çözüm merkezi olarak görmüyorlar.
Kendisine sağlayacağı fayda açısından, yayınladığı asgari ücret tarifesi ve adliyedeki cübbe vestiyeri dışında barolardan daha fazla beklenti içinde değiller gibi görünüyorlar.
Acaba, baroların sorunlarına yeteri kadar sahip çıkmadığını düşünüp, tepkilerini genel kurullara katılmama şeklinde gösteriyor olabilir mi?
Aslında baroların, mesleki sorunlar karşısında sessiz kaldığı, yaşanan olumsuzlukları gündeme taşımak konusunda yetersiz olduğu gibi bir düşünce, çok haklı ve yerinde olmaz.
Baroların iki yıllık görevleri boyunca yaptıkları icraatlara bakıldığında, gerek avukatların bire bir yaşadığı olaylar, gerekse ülke genelinde yaşanan hukuksal açmazlar konusunda hiç de pasif bir tutum içinde oldukları söylenemez.
Ne ki, avukatların benim gibi düşünmedikleri ortada.
Sadece seçimlere değil, baroların dönem içinde yaptığı etkinliklere de mesafeli duruyorlar. Bunda, başkan veya yönetimlerden bağımsız olarak kurumsal bir inançsızlık yer alıyor.
***
Yapmazlar biliyorum, ama yine de söyleyeyim:
Yeni seçilen baro yönetimleri, avukatların bu davranış biçiminin nedenlerini samimiyet içinde sorgulamalı.
İlk bir-iki hafta tebrik ve ziyaretleri kabul etme döneminden sonra ilk işlerinden biri, bu baro-avukat çelişkisinin nedenleri üzerinde düşünmek ve çözüm arayışları içine girmek olmalı.
Belki de, bu umutsuzluk hali tüm avukatları kapsadığı için, bu görevi Türkiye Barolar Birliği üstlenmeli.
Hatta, sadece barolarla kurduğu düşük yoğunluklu ilişkileri değil, avukatların kamuoyunda ki algısı üzerinde de çalışmalar yapmalı.
Tüm avukatları kapsayan geniş çaplı bir anket aracılığıyla, mesleki düzeyde bir otopsi yapılmasına acil ihtiyaç var.
Neden avukatlık mesleğini seçtiler, bugün olsa yine aynı tercihi yaparlar mıydı, ne umdular, ne buldular, mesleği bırakmayı hiç düşündüler mi vb sorularla, tüm şeffaflığı ile reel avukatlık profilini ortaya çıkarmalılar.
Avukatların hobilerine kadar varan kişisel özellikleri belirlenmeli, sosyal ve kültürel eğilimleri tanımlı hale getirilmeli, baro faaliyetleri bu veriler üzerinden yeniden kurgulanmalıdır.
Aklımdan geçen birkaç girişimi burada paylaşsam, Türkiye Barolar Birliği yönetimi beni fazla hayalci bulur mu acaba?
Örneğin, her 5 Nisan avukatlar günü geldiğinde, tüm şehirlerin açık hava panoları, avukatlık mesleğinin hak ettiği önemi ve işlevselliğini öne çıkaran görsellerle kaplansa, toplumun avukatlara bakışında bir kıpırdanma olmaz mı?
Aynı şekilde mesleğin hukuk yargılaması içindeki önemini ortaya çıkaran videolar, sosyal medya üzerinden dolaşıma sokulsa..
Sokaktaki insan, görev yapması kısıtlanmış avukatın yer aldığı bir yargılamanın, ne tür hak ihlallerine neden olacağından -hem de örnek kararlarla- haberdar edilse, toplumda var olan çarpık imajın değişmesinde, hiç mi etkisi olmaz?
İstanbul Barosu’ndan söz ederken, doğal olarak Türkiye’nin, hatta dünyanın en büyük barosu olduğu vurgusu yapılıyor. Oysa, diğer barolardan ayrılan en temel özelliği üye sayısının çokluğu olmamalı. Çünkü, eğer yasal zorunluluk olmasaydı, İstanbul’da kaç avukatın baroya kayıt yaptıracağını tahmin etmek zor olmazdı.
O nedenle geride bıraktığı yıllardan çok, Türkiye’de hukukun dizayn edilmesi ve işleyişi konusunda üstlendiği rol daha önemlidir. Türkiye’nin özellikle 1970 sonrasında geçirdiği hukuksal cenderelerde aldığı tavır ve gösterdiği kararlılık onu ‘hukuksal kurum’ haline dönüştürmüş, diğer barolar nezdinde önder kimlik kazandırmıştır.
Orhan Apaydın, 1976-1983 yılları arasında başkanlığını sürdürdüğü İstanbul Barosu’nun kurumsallaşma sürecinin önemli bir köşe taşıdır.
Pek bilinmez, İstanbul’un iki yakasına büyük adliye yapılma projesi ilk onun tarafından dile getirilmişti. Bu nedenle, dönemin Adalet Bakanı ile aralarında ağır polemikler yaşandı.
Bugün için çok fazla önem arz etmiyor olabilir, ama 12 Eylül diktasına karşı taviz vermeden sürdürdüğü hukuksal duruşun, Türkiye’nin baro geleneğinde yeni bir sayfa açtığı söylenebilir.
Kadrinin bilinmediğini söylemeye çalışmıyorum. İstanbul Barosu onu hiç unutmadı. Her ölüm yıldönümünde anmayı ihmal etmedi. Merkez binasındaki konferans salonu, onun adını taşıyor.
Önce İlke Çağdaş Avukatlar Grubu’nun web sayfasında ona oldukça geniş yer ayırması da önemli bir gösterge.
***
Gel gelelim, kurumlar biraz da sembol isimleriyle var olurlar.
İstanbul Barosu hukuksal bağlamda halen kale işlevini sürdürüyor ama Orhan Apaydın’ın sembol kimliğinden giderek uzaklaştığı da bir gerçek.
Vikipedi’de bir paragraflık tanıtım dışında, hakkında detaylı bilgiye ulaşmak imkansız.
Oysa Orhan Apaydın, İstanbul Barosu’nun hafızası olarak, çok daha fazlasını hak ediyor.
Çok klişe olacak ama, bugünün ve geleceğin avukatlarının onun varlığından haberdar olmasını sağlamak gerekiyor.
Onun adına konferans veya paneller düzenlemek, yeni kuşakların çok tercih edeceği yöntemler olarak görülmüyor.
Artık, özellikle baro başkanlığı dönemiyle ilgili videolara, sözlü tarih çalışmalarına ihtiyaç var.
Gerçekleştirmek de, çok İstanbul Barosu yönetimine düşüyor.