Galatasaray başkanı ve yönetiminin son yapılan genel kurulda idari açıdan 'ibra' edilmemesi ve devamında seçime gidilerek yeni başkan/yönetim seçme süreci, uzaktan bakılınca, hele başka bir kulübün taraftarı olarak, oldukça heyecanlı ve renkli gelişmeler olarak görünüyor.
Hatta futbol üzerine kalem oynatan ve söz söyleyenler arasında bu yaşanan süreci, Galatasaray'da demokratik işleyişin göstergesi olarak işaret edenler bile var.
Sosyal medyada ise bu gelişmelerin 'demokratik şölen' olarak niteleyen, "İşte Galatasaraylılık bu!" diye böbürlenmeye kadar götürenlere rastlanıyor.
Ancak, bazen demokratik mekanizmanın işleyiş biçimi, bazen bir sorunu da gösteriyor olabilir.
Tıpkı, insan vücudunda, bir iç organın gereğinden fazla çalıştığı zaman ortaya çıkan sonuçlarda olduğu gibi.
Galatasaray'da, 'yönetimi ibra etmeme' neredeyse bir gelenek haline geliyor, hatırladığım kadarı ile çok eski sayılmayacak bir yakınlıkta, Adnan Polat ve Mustafa Cengiz örnekleri var.
Üstelik, Polat ve Cengiz haklarında işletilen 'ibra etmeme' kararlarını mahkeme yolu ile iptal ettirdiklerini hatırlıyoruz.
O zaman akla, demokratik bir hakkın ve işleyiş, aslında çok daha farklı bir amacın aracı olarak mı kullanılıyor, gibi soru geliyor.
Mesela bu amaca hizmet eden gerekçe, yine spor kamuoyunda yaygın olan kanaate göre, Burak Elmas'ın Fatih Terim'i görevden alması olabilir mi?
Örneği başka yerden verelim, bir ülkede hükümetler gereğinden fazla sıklıkta güven oylamasına maruz kalıyor, hatta bu nedenle görevlerinden ayrılmak zorunda kalıyorlar ise, o ülke için övünülmesi gereken demokratik bir işleyişe sahip olduğu mu düşünülür, yoksa bu işleyişle ilgili olarak kendiliğinden bir kuşku mu doğar?
Parlamenter sistemler, istikrarsız ve güçsüz hükümetler sorununa çözüm üretmek amacıyla yeni anayasal yöntemler arayışlarına giriyorlar.
Mesela, "rasyonelleştirilmiş parlamentarizm" bunlardan bir tanesi…
İkinci Dünya Savaşı sonrası, 1949 Alman Anayasası'nda ve 1958 Fransız Anayasası'nda, bu tür zafiyetleri ortadan kaldırmaya yönelik düzenlemeler yapma gereği duymuşlardı.
Galatasaray'ın son mali kongresine dönecek olursak, izleyenler, orada yaşananların her ne kadar şekil olarak tüzükte belirtilen mevzuata uygun görünse de, insanın sabrını çok fazla zorlayan ( 22-24 saati telaffuz edenler var) zamanı kapsayan oturum sırasında salondaki atmosferin, divan başkanlığının yönetim tarzı ve eski ve mevcut yönetimin mali ve idari olarak aynı anda oylanması gibi nefes nefese bir koşturmaca gördüler.
Hiçbir demokratik sistem, dört nala bir işleyişe izin vermez, aksi halde o işleyişin demokratikliği tartışılır hale gelir.
Kongrede, Marquez'in 'Kırmızı Pazartesi' romanındaki gibi, herkesin önceden gerçekleşeceğini kaçınılmaz olarak tahmin ettiği bir cinayetin işlenmesi sürecindeki benzerliği, YouTube yayınında Burak Elmas'ın yüz ifadesinde görülebiliyordu.
Her nasılsa kendimi izler bulduğum bu kongre, bir hukukçu olarak ben de yarattığı izlenim, demokratik bir işleyiş altında gerçekleşen bir seçim değil, nefretin kol gezdiği ve kıyımın alenileştiği bir ortama dönüşmüş olmasıydı.
Nedeni her ne olursa olsun, kurumsal bir yapıya ve şanlı tarihe sahip olmakla haklı olarak övünen bir kulübe, kendi seçtiği bir yönetimi görevden alırken, demokratik görünümlü olsa da, bu kadar ölçüsüz ve kaba olmak, bir hayli yakışıksız kaçtı.
Fenerbahçeli olmama rağmen, üzüldüm.
İnsan zamanla, ezeli ve ebedi olan rakiplerine karşı hassaslaşıyor galiba.
Yaşar Kemal'in 'Demirciler Çarşısı Cinayeti' romanında, uzun yıllar kanlı hasım olan Mustafa Bey ile Derviş Bey, yaşamları boyunca hiç karşı karşıya gelmedikleri halde, yaşlanmaya başladıklarında, birbirlerini merak etmeye, daha fazla düşünmeye, hatta karşılıklı iyilik duygular geliştirmeye başlarlar, o geldi birden aklıma.