HUKUK OMBUDSMANI
Hafta boyunca medya üzerinden izlediğimiz, okuduğumuz veya duyduğumuz tüm gelişmeleri, sanki hep başkalarının başına gelen olaylarmış gibi belirli bir mesafe üzerinden değerlendiririz.
Oysa her bir olay, ya farkında olmadan yaşadığımız veya ileri de yaşama ihtimali olan, bizim hikâyemizdir...
İşte burada, başkalarının başına gelen gelişmeleri hukuksal perspektif ve gazetecilik objektifliği üzerinden değerlendirip, bir nebze de olsa, hayat denen bu alacakaranlık yola, ışık tutmaya çalışacağız.
Hukuk Ombudsmanlığı, başlık olarak ilk başta bize de fazla iddialı ve kibirli gelse de, bir yöntem olarak işlevsel olacağına kanaat getirdik ve yola koyulduk.
Ahmet Davutoğlu, geçtiğimizi hafta içinde açıkladığı 'Gelecek Adalet Modeli' raporu pek ses getirmedi. Sosyal medyayı ve ana akım medyayı geçtik, hukuk platformlarında da yeteri kadar yer bulmadı.
Rapora karşı bu ilgisizliğin, Gelecek Partisi’nin yüzde 2’lik oy potansiyeli ile tabi ki doğrudan ilgisi var.
Sanki, “Bravo, bugüne kadar pek dile getirilmeyen ve çok yerinde tespitlerde bulunmuşlar” denilse, istemeden de olsa Gelecek Partisi’nin değirmenine su taşıyacaklarmış gibi yaklaşım hakim.
‘Gelecek Adalet Modeli’ raporu, hukukun pratikte yaşadığı eksiklikler ve aksamaları çok iyi tespit edip, makul ve isabetli çözümler öneriyor. Hukuksal sorunlara, ağdalı bir hukuk dili ile ağırlaştırılmış kuramsal tanımlarla değil, tam tersi, anlaşılır bir üslupla, günlük işleyiş içinde yaşanan ve aciliyeti olan konuları öne çıkarmışlar.
Çok doğru ve yerinde tespitler yapan, geliştirmeye açık olan bu projenin, 6’lı ittifak tarafından da benimsenmesini umuyoruz.
Yine de, naçizane olarak raporda yer alan birkaç konuya, katkı bağlamında değinmekte fayda görüyoruz.
Hürriyet’te ‘Velayeti artık annede’ şeklinde bir başlık ve altında da “ İstanbul Aile Mahkemesi anlaşmalı olarak boşanan Tuğba Özkan ile Abdullah Özkan arasında köpekleri ‘Picasso’nun velayetini bölüştürdü. Köpeğin velayeti protokol gereği kadında kaldı. Abdullah Özkan da boşandığı eşi müsait olduğunda köpekle şahsi ilişki kurabilecek” şeklinde haberi vardı. Haberin fotoğrafında da, boşanan çiftlerim ve aralarında montajlanmış kaniş köpeğin resmi yer alıyordu.
Haberi okuyan, “Demek, çocuklar gibi, evcil hayvanlar da velayet konusu olabiliyormuş” diye düşünebilirdi. Ardından da “Acaba akvaryum balıkları, muhabbet kuşları, hatta kümes hayvanlar söz konusu olduğunda velayet nasıl paylaştırılıyordur?” sorusunun gelmesi doğal olurdu.
Haber doğru olsaydı, velayet konusu bir hayli içinden çıkılamaz bir sorun haline gelebilirdi. Çok şükür ki, haber doğru değildi ve velayet sadece çocuklar içindi. Medeni Kanun’un özel başlık vererek düzenlediği ‘Velayet’ konusunda “ Ergin olmayan çocuk, ana ve babasının velâyeti altındadır” diyor, evcil veya diğer hayvanlardan söz edilemiyordu.
Anlaşılan muhabir veya sayfayı düzenleyen editör arkadaşımız, bakmışlar ki olay boşanma ile ilgili, ortada köpekle ilgili protokol da var, o zaman bu durum, otomatikman velayet konusuna giriyordur, diye tahminde bulunmuş olmalılar.
Aslında, haberi yazarken, protokolle ilişkili olarak “Abdullah Özkan da boşandığı eşi müsait olduğunda köpekle şahsi ilişki kurabilecek” cümlesini kurduklarında nasıl bir yanlış içinde olduklarını fark edebilirlerdi.
Çünkü mahkemeler, velayet söz konusu olduğunda, karşı tarafla kurulacak olan şahsi münasebeti, asla ‘müsait olduğunda’ gibi muğlak bir zaman dilimi ile belirlemez. Tam tersi, “Her hafta Pazar günü saat 10.00-17.00, dini bayram günleri 2. gün” gibi, ün ve saati mutlaka somut olarak tanımlar ki, daha sonra taraflar arasında bu konuda anlaşmazlık çıkmasın.
Medyanın, nispeten daha karmaşık olan hukuksal konularda kavram hatalarına düşmesi anlaşılabilir bir şey. Ancak, günümüzde genel kültür çerçevesi içinde kalabilecek kadar dilimize yerleşmiş tanımlarda, biraz daha dikkat ve özen gerektiriyor.
Yatıp kalkıp, Prof. Dr. Veysel Atasoy’a dua etsek yeridir. O olmasa, TÜİK, yıllık enflasyon miktarını açıklarken, dizlerinin üzerinde bizi daha çok sallardı.
ENAG’ı (Enflasyon Araştırma Grubu) hatırlayacaksınız. Hani Hande Fırat, CNN Türk’te enflasyon oranları ile ilgili moderatörlük yaptığı programında, konuklarına, gerdan kırarak “ENAG, menag, böyle gidersen olacak” diye sormuştu da, sosyal medyanın diline dolanmıştı… İşte Veysel Atasoy ve uzman ekonomist, akademisyen arkadaşları tarafından kurulan ENAG, delilli, ispatlı olarak, gerçek enflasyon oranının yüzde 142.63 olarak açıklayınca, deyim yerindeyse kıyamet koptu.
TÜİK, bu açıklama üzerine ENAG hakkında kendilerinin güvenini zedelediği gerekçesiyle suç duyurusunda bulundu. Ancak, böyle bir çalışma yapmanın ve sonuçlarını açıklamanın suç olduğunu gösteren bir yasa maddesi yoktu.
Bunun üzerine, çok hızlı olarak, benzer girişimlerin önünü kesmek için taslak hazırlanmaya başlanmış. Buna göre; herhangi bir kuruluş enflasyon oranını açıklamak isterse, önceden TÜİK’ten izin alması gerekecek. TÜİK de 2 ay içinde başvuruyu sonuçlandıracak. Bu şartları yerine getirmeden veri açıklayanlara 3 yıla kadar hapis cezası verilebilecek, habere ve internet sitesine erişim de engellenecek.
Yani, eskisi gibi dizler üzerinde sallanmaya devam edeceğiz gibi görünüyor.
Diğer tarafta da, Prof. Atasoy “Asla susmayacağız. Bir adım geri atan namerttir" diyor.
Düşünce ve ifade özgürlüklerine getirilen sınırlamaların yanına, bir de bilimsel araştırma yapma ve kamuoyu ile paylaşma yasaklanırsa, ‘göreceli demokratik toplum’ olma haline alışmamız gerekecek.
Kiralanan ev/işyerinin anahtarının teslimi, bu topraklarda yüzyıllardır temel bir sorun olarak yaşanıyor, yeni bir şey değil.
Bu anlamda, Ankara Bölge Adliye Mahkemesi’nin, “Kiracıların boşalttıkları dairelerin anahtarlarını teslim ederken, mutlaka tutanak düzenlemeleri gerektiği” hükmü de, çok bildik bir düzenleme.
Çünkü hiçbir mahkeme “Ey mal sahibi! Kiracın evini boşaltırken sana vermek istediği anahtarı neden almadın” diye sormuyor.
Böyle durumlarda hakim, sadece kiracıya dönüp, neredeyse “Madem, mal sahibi anahtarı teslim almadı, neden bu durumu mahkemeye tespit ettirmedin” diyerek, o esnada eline gelen, tel zımba, şarj aleti, kolonya şişesi, ne varsa, kürsüden kiracıya fırlatacak, gibi duruyor.
Aslında mübaşirler de dahil, o esnada duruşma salonunda bulunan herkes biliyor ki, mal sahibin asıl amacı anahtarı teslim almamak değil, depozitoyu iade etmemek.
Mahkemeler nedense, bu anahtar teslimi konusunda, kiracının usul eksikliğine odaklanıyor, mal sahibin açık ve kötü niyetli oluşu konusundaki, o nüans eşiğini bir türlü geçemiyor.
Ve böyle gelmiş, böyle gidiyor, yağmur yağıyor, seller akıyor...