Aydın ağabey,
Şimdi karşı karşıya olsak, benden bir miktar daha az saçın olan kafanın kel kısmına bir öpücük kondurduktan sonra böyle başlamış olurdum söze. Muzip gülümsemeni yüzüne kondurup, içimi ısıtan bir "Oğlum" diye karşılık vermiş olurdun zaten.
Sonra başlardık dertleşmeye. Gazetecilikten, aklımdan geçen haberlerden bahseder fikrini alırdım. Mutlaka dedikodu da yapardık.
Hane halkının halini hatırını sorar ardından. Kendine avukat tayin etmek için vekaletin elinde sabırsızlıkla beklediğini söylediğin Mina'nın hukuk fakültesini bitirmesi için sabırsızlandığından bahsederdin.
Neden avukat değiştirmek istediğini, Akın Atalay ve Bahri Belen kolay da, bana söylediğin gibi diyebilir misin bilmem Fikret İlkiz'e sen açıklarsın. Benim maçam yemedi.
Aydın ağabey,
Sevgili Doğan Akın haberdar etti, "Bir yazı yazmak ister misin?" notuyla 80'inci yaşına gireceğini. Ne zamandı anımsamıyorum ama tesadüf etmişti. Bir kez daha kutlamıştık doğum gününü. Elbette çıkmış gitmiş aklımdan 12 Şubat'ta doğduğun.
Bu kez bir yazı ile kutlamak düştü payımıza.
Senin zorunlu göçün sona erip de Almanya'dan döndüğün 1990'ların ilk yıllarında başlayıp 2014'den itibaren tekrar buluştuğumuz Cumhuriyet gazetesinde biriktirdiğimiz anılardan bahsedebilirim. Ama pek de iç açıcı olmaz kanımca. Kötü olay her zaman "iyi haber" olunca gazeteci anısı dediğin de bir yere kadar.
İşimizi, haberciliği iyi yaptığımız zamanlarda birikenlerin yanına, yaptığımızın karşılığını ödetmeye çalışanların bizi hapishaneyle sınamaları var bir de.
Ama bir doğum günü kutlama yazısında "Biz hapishanedeyken" ile başlayan cümleler kurup "Mahkemedeki beyanlarımızda" diye devam etmek de ne kadar uygun düşer? Ki zaten bizim için uygun görülenin, bu dönemin torbası "FETÖ" dedikleri olan olduğu düşünülürse bence bu konudan hiç bahsetmeyelim.
En iyisi anı anlatma işini sizin kuşak "gençlere" bırakayım.
Ben her buluşmamızda yaptığımız gibi bu yazıda da seninle dertleşmek niyetindeydim.
Hem zaten benim için de ne zamandır yazmak istediğim ama türlü nedenlerle ertelediğim bir konuyu da yazma fırsatı olur diye düşündüm.
Evet pek iç açıcı bir konular değildi. Ama nasılsa sen görmüş geçirmiş insansın ve 50 yaşıma gelmiş olmama rağmen toyluğuma verirsin yine diye aklımdan geçirmiştim.
Bir hayli de yazmıştım ama sonra yazdıklarımın kendisinin de can sıkıcı olduğuna karar verdim. Yazdıklarımı sildim.
Yok aklına gelen değil sildiklerim Aydın ağabey.
Yani memleketi talan etmeye, devleti yağmalamaya yeminli AKP ve ne ilginçtir milliyetçilik dedin mi kendilerinden başka kimsenin bu konu hakkında konuşamayacağı iddiasındaki MHP'nin bu işgal ordusuna payandalık ettiği Saray Rejiminin karanlığından bahsetmiyordum sildiğim kısımlarda.
O karanlığın farkındayız zaten. Tereciye tere mi satayım? 80 yıllık ömrüne memleketin tüm darbelerini, cuntanın hapishanelerini, sürgünlerini sığdırmak zorunda kalan, karınca kararınca hâlâ mücadele eden bir avuç insana omuz vermeye çalışan sana mı?
Yazdıklarımın konusu son zamanlarda içimde giderek büyüyen öfkeyle ilgiliydi.
Ama sanılanın aksine Saray'dakine ya da soytarılarına değil bu karanlığın karşısında olduğunu iddia edenlereydi.
Bu sessizliğe.
Karanlığa teslim olmadıklarını ve hatta olmayacaklarını söylerlerken bu karanlığı dipsiz bir kuyuya dönüştüren sessizliğe bu kadar kolay teslim olmalarınaydı.
Bir rektörün göreve getirilme biçimine itirazla dile gelen ve dönüp dolaşıp sorunun kaynağına yani memleketin başındaki kayyıma hukuk ve demokrasi nedir öğretmeye kadar uzanan bu haklı direnişi, "Aferin gençler" diye kenardan izlemelerineydi.
İşin kolayını seçip konforlarından vazgeçmemelerine. Yitireceklerini bildikleri halde hakikati söylemekten geri durmayanlara dair takındıkları kibirli hallerineydi.
"Aferin" dediklerinin kaldırıp atmaya çalıştıklarının yükünü sadece gençlerin omuzlarına bırakan bir sinsilik içinde olmalarınaydı.
Toplumsal muhalefeti seçmen düzeyine indirgeyen, en özgürlükçü ajitasyonlarını mutlaka "Ama" ile başlayan cümlelerle bitiren iktidar karşıtı partilere gelene dek sözüm tükenmişti zaten.
Polisin gazıyla, copuyla, hakaret ve gözaltılarıyla, iktidarın emir erine dönmüş savcı/hakimlerle ve hapishanelerle boğuşan gençlere egemen olanın diliyle akıl öğretmeye kalkan temel hak ve özgürlükleri değil de uyduruk hassasiyetleri gözetenleri görünce diyeceğim o ki… Neyse, bu sefer aklıma düşeni demeyeyim.
Bu sessizliğe teslim olanlarla oy verdikleri arasında fark da yok. Bir tarafta memleketin canına okuyanlar öte tarafta onlarla aynı siyasal anlayışa sahip olduğunu kanıtlama gayretkeşliğindeki bir mecburiyet partisi ve iktidar bileşenlerinden tek farkı yönetim erkini elinde bulunduramamak olan ittifak ortakları.
Bir de hepsine alternatif olduğunu iddia edenlerin, ortaya çıktıkları iddiasından ve olduklarını söyledikleri şeyden giderek uzaklaşmaları var elbet. Velhasıl durum pek de parlak görünmüyor.
Ama böyle anlarda da "İnsan umutsuzluktan umut yaratandır" diyen Yaşar Kemal'i anımsıyorum hemen.
Dünya üzerindeki en yaygın yalan "Nasılsın?" ya da "Ne haber?" sorusuna verilen yanıt kanımca. Alışkanlıkla beraber "İyidir" diyoruz ya, ondan bahsediyorum. Hem bu yalana ortak olamamak hem de ruh halimin gerçek özeti olduğundan bir süredir, bu soruya "İyi değilim" diye yanıt veriyorum. Biraz iyi hissediyorsam "Genel olarak inişte ama inişli çıkışlı" diyorum. Elbette kişisel değil iyi olmama halim. Memleket halleri herkesi olduğu kadar benim ruh halimi belirlemekte ilk sırada yer alıyor. Ama gel gör ki bir anda bir kıvılcım çakıyor ve o en kötü ruh halimizden sıyrılıveriyoruz bir anda.
Aslında ne yaşanıyor ne bitiyor ve elbet ne başlayacaksa bir romanın başlangıcında anlatılmış hepsi. Charles Dickens'in "İki Şehrin Hikayesi" isimli eserinin o muhteşem giriş cümlelerinde. Bilenler için tekrar niyetine olsun şöyle başlar eser:
"Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü. Hem akıl çağıydı hem aptallık. Hem inanç devriydi hem de kuşku. Aydınlık mevsimiydi, karanlık mevsimiydi. Hem umut baharı hem de umutsuzluk kışıydı. Hem her şeyimiz vardı hem hiçbir şeyimiz yoktu. Hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam öteki yana. Sözün kısası şimdikine öylesine yakın bir dönemdi ki kimi yaygaracı otoriteler bu dönemin, iyi ya da kötü fark etmez, sadece 'daha' sözcüğü kullanılarak diğerleriyle karşılaştırılabileceğini iddia ederdi."
Aydın ağabey,
Dedik ya ne yaşanıyor ne bitiyor ve elbet ne başlayacaksa bu cümlelerde gizli.
En iyiyi ve en kötüyü, akıl çağını ve aptallığı, inancı ve kuşkuyu, aydınlık ve karanlığı, umudu ve umutsuzluğu ya bir arada ya da farklı zamanlarda hissediyoruz her birimiz.
Ama haklı itirazları ve memleketin üzerini kaplayan ölü toprağını kaldırmaktaki ısrarıyla gençler bize iyinin, doğrunun, aydınlığın, çoğulculuğun, hukuk ve demokrasinin ve elbette barışın yanında durmak için kılavuzluk ediyorlar.
Kanımca 80'inci yaş için eşsiz bir hediye.
Bir doğum gününe armağan edilecek bir yazı olup olmadığını mutlaka tartışacağız seninle. Ama bil ki Ertuğrul (Mavioğlu) ağabeyim yine benim yanımda olacak. Bilirsin zaten, o hep haklı olanın yanındadır.
O yüzden yine haddinden fazla uzattığım ve senin içinden "Hadi oğlum bitir artık" dediğin bu yazıyı bu karanlık çağda birbirimizi yalnız bırakmayacağımızı bildiğim herkese söylediğim bir şekilde noktalayayım: İyi ki varsın Aydın ağabey.
Not: Farkındaysan Marmara Adasıyla ilgili beni dahil ettiğin planlardan hiç bahsetmedim. Zaten peşinen teşekkür etmiştim.