Her yıl okulların açılması ile birlikte yirmi milyon kişi hareketlenmeye başlar. On sekiz milyonluk bir öğrenci kitlesinden söz ettiğimiz için böylesi büyük bir sayının derslik problemleri genelde ilk konuşulan konu olmaktadır. Ancak işin belki de çok daha vahim boyutu ülkemizde uzun bir süreden boyu sürekli olarak eğitimin kalitesinde yaşanan düşüştür. İktidara gelen tüm partilerimizin eğitimi bir hedef olarak seçtiklerini ve bu hedef doğrultusunda eğitimin yapılanması ile oynadıklarına defalarca şahit olduk. Hatta aynı partilerin iktidarlarında farklı milli eğitim bakanları döneminde farklı eğitim politikaları ve eğitime dönük düzenlemeler de fazlasıyla yaşandı. Ortada geleceğimize yönelik ve tüm ülkeyi ilgilendiren bir alan var ve bu alanla ilgili olarak çoğunlukla ideolojik yaklaşımlar üzerinden gitmek suretiyle zevahiri kurtarmaya çalışan iktidarlar yer alıyor.
Ve ne yazık ki her defasında da kaybeden bu uygulamalara maruz kalan çocuklarımız, gençlerimiz ve tabii ki hepimiz oluyoruz. 1980 darbesi sonrasında milli eğitim bakanlığı aracılığı ile okullarımızda ‘milli tarih’ ve ‘milli coğrafya’ gibi dersler verildi. Üniversite öğrencilerine darbe sonrasında çeki düzen vermek amacıyla YÖK dersleri adı altında ‘Türk Dili, İnkılap Tarihi, Yabancı Dil, Müzik ya da Beden Eğitimi’ dersleri zorunlu olarak dört yıl boyunca verildi. Bu derslerden ilk ikisi halen bir yıl boyunca verilmeye devam ediliyor. On iki yıllık eğitim hayatı boyunca kendi dilini ve tarihini öğretemediğimiz öğrencilerimize üniversite sıralarında da bu dersleri vermeye ve yine öğretememeye devam ediyoruz.
1990 yılında ülkemizde de gösterime giren ve çok ses getiren Ölü Ozanlar Derneği filminden, film hakkında yazı yazan sevgili hocam Kürşat Bumin vasıtasıyla haberdar olmuştum. Film, kendi içerisinde hem eğitim sistemine yönelik eleştirileri içermekteydi hem de içinden geçilen dönemin ruhuna özgü olan Carpe diem yaklaşımıyla da kitleleri buluşturmaktaydı. Eğitimin şekilsellik temelinde yürütüldüğü ve bu doğrultuda çocuklarımıza dünyanın en ücra ülkelerinin dağlarının, ovalarının, nehirlerinin öğretildiği aşamalardan bir türlü çıkamadık. Hamaset yüklü bir tarih üzerinden son derece yanlı ve tutarsız bakış açılarıyla dolu-içlerindeki dil bilgisi hatalarını ve zaman zaman ırkçılık boyutundaki yaklaşımları da atlamadan-kitapları çocuklarımıza okutmaya çalıştık.
Okulların içinden geçilen teknolojik gelişmeler sonrasında çocuklarımızın, gençlerimizin bilgi dağarcıkları üzerinde bırakın katkı sağlamayı, her geçen gün daha da köreltici etkileri olabileceği gerçeğini elimizin tersiyle ittik. Kılık kıyafet, esas duruş, ödev, sınav, saygı vb. gibi tamamen şekle yönelik yaklaşımlarla öğrencilerin, okulla kurabilecekleri güzelliklerin oluşmasını daha başından itibaren ortadan kaldırdık. Yıllar içerisinde yetiştirdiğimizi zannettiğimiz öğretmen profilindeki eksiklikler her geçen gün biraz daha artarak, sorunlarımızı daha da içinden çıkılmaz hale getirdi. Velhasıl kelam okul ve öğrenciler arasındaki uçurum her geçen yıl biraz daha açıldı ve eğitim sistemi adeta bir yamalı bohça düzeni şeklinde hayatımızın her alanında olduğu gibi işliyormuş gibi yaptığımız bir alana dönüştü.
28 Şubat kararlarının arkasında imam hatip okullarının bazı siyasal partilerin arka bahçesi haline geldiğini ve bunun için sekiz yıllık zorunlu eğitim adı altında düzenlemelerle sorunun çözülebileceği düşüncesi hayata geçirildi. Ancak toplum mühendisliğine pek meraklı olan askerlerimizin köprünün altından çok sular aktığını ve değişen dünyada artık geçmişin ideolojik izleri üzerinden yapılacak olan inşa sürecinin bir anlam taşımayacağını fark etmedikleri bir kez daha görüldü. Tıpkı 12 Eylül darbesini gerçekleştirenlerin topluma 1930’ların şablonunu geçirmek istemelerinde olduğu gibi sistem hata vermeye hatta hiç beklenilmeyen yerlerden su kaçırmaya başladı.
Son on dört yıl içerisinde ise altı milli eğitim bakanı ve her milli eğitim bakanı ile birlikte uygulamaya konulan yeni düzenlemeler gördük ki bunların kuşkusuz en sarsıcı olanı 4+4+4 sistemi olarak adlandırılan ve eğitim sistemi üzerinde tartışılmadan uygulamaya konulan modeldi. Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı çok eleştirdiği 28 Şubat geleneğinin açtığı yoldan gitmek suretiyle özellikle eğitim alanıyla fazlasıyla oynama yolunu seçti.
Alnı secdeye değen, tarihini bilen ve dindar bir nesil yaratma yolunda adımlar ardı ardına atılmaya başlandı. Henüz bütün okulların imam hatip haline getirilmesi tamamlanmış değil ancak son dönemde proje okullar örneği üzerinden yaşanan tartışmaların da göstermiş olduğu gibi hedeflerinin bu doğrultuda olduğu gözüküyor. Eğitimin giderek daha fazla paraya tahvil edildiği bir dönemden geçmekteyiz. Hatta devlet okulları içerisinde daha iyi yabancı dil alabilsinler diye paralı sınıfların oluşturulduğu haberleri gazetelere yansıyor. Bütün yaşadıklarımızın temelinde liyakat sisteminde büyük sıkıntılarımız olduğu gerçeği yatıyor ve milli eğitim sistemimiz bu açıdan çok büyük problemleri bünyesinde barındıran bir merkez görünümünde.
15 Temmuz sonrasında açığa alınan öğretmenler, kapatılan kurumlar düşünüldüğünde işin ne kadar dal budak sardığı ve ne kadar derinlere kök verdiği gerçeğini görmeye başlıyoruz. Hamasi edebiyat temelinde yaratılan eğitim boşluğu ile yetiştirdiğimizi zannettiğimiz çocuklarımızı, gençlerimizi geleceğin dünyasında mücadele edebilecek donanıma sahip bir şekilde okullardan çıkartamıyoruz. İktidarın çok şikayet ettiği ve onları onaylamakla görevli olan gazeteci tayfasının çanak tuttuğu cumhuriyetin tek parti rejimine yönelik bütün eleştirilere karşın, dönemin lise mezunu öğrencilerinin yurt dışında rahatlıkla okuyabilecek bir düzeyde genel kültür ve bilgi düzeyine sahip ve hepsinden önemlisi yabancı dil kullanabildikleri gerçeğini göz ardı edemeyiz. Alanlarında son derece önemli isimler olan Nermin Abadan Unat, Behice Boran, Aydın Sayılı, Halil İnalcık gibi isimlerin eğitim anıları bu konuda son derece net bir biçimde Fikri hür vicdanı hür nesiller yetiştirme konusunda cumhuriyet rejiminin nasıl bir yol izlediğini ortaya koyuyor.
Eğitim üzerinden ideolojik mücadeleler ve farklı mesajlar verme isteğinin her defasında sıkıntılara yol açtığı ve istenilen sonuçlara ulaşma konusunda büyük problemler yaşamamıza neden olduğunu bir türlü görmek istemiyoruz. Gerçekten evrensel değerlerden haberdar olan ve bunun yanı sıra kendi kültürünü, tarihini bilen bir nesil yaratabilmenin yolu demokratik ve laik bir eğitim sisteminden geçecektir. Sürekli olarak ‘şöyle nesiller istiyoruz, beklentimiz budur’ demek yerine, özgür eğitim ortamının kurulmasına vesile olmak zorundayız. Aksi takdirde dünya üzerinde nüfus anlamında yer kaplamanın ötesine geçemeyecek ve dışa bağımlılığı giderek daha fazla artacak bir ülkenin tohumlarını toprağa serpmiş oluruz. İstediğimizin ne olduğunu eğilip bükülmeden net bir biçimde ortaya koymalıyız.
Eğitim meselesini hepimizin geleceğini şekillendirdiğini unutmadan gerçekten dünyaya entegre bireyler yetiştirmeliyiz. Bunun dışındaki her adım bizi daha da yalnızlaştıracak ve içimize kapatacaktır. Farklı seslere, farklı renklere ve farklı fikirlere bugün her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var ancak var olan eğitim sistemimiz bütün aşamalarda maalesef üniversite aşaması da dahil olmak üzere bir örneklik üzerine kurulmuş vaziyette. Proje okulları ve oradaki gençlerin eğitimini diğer okullardaki seviyeye düşürmekten vazgeçelim. Milli Eğitim bakanının söylediği eğitimin kalitesini yükseltme isteğini bu okullar üzerinden değil topyekun bir anlayış üzerinden gerçekleştirelim. Öğretmenleri sendikalarına göre ayırmaya ve kendine yakın olan sendikaya mensup olmadığı için uzaklaştırmaya başladığınız da amacın daha farklı olduğunu bu okullardaki öğretmenler, veliler ve öğrenciler de net biçimde görüyorlar. Göz bebeğimiz dediğimiz okulları göz’den düşürmeyelim.