Bazen içinde yaşadığınız dünyada olup bitenleri anlamakta zorluk çekersiniz işte bu anlarda geçmişe dair anlatılar size yol gösterici olurlar. Stefan Zweig'ın kendi hayatından izlenimlerini aktardığı çalışması da bu açıdan son derece verimli ve bir o kadar da öğretici bir kitap. Bir Avrupalının anıları alt başlığı aslında bugün de yaşamakta olduğumuz kafa karışıklıklarının arka planında yer alan birçok öğenin geçmişte de nasıl bir gelişim gösterdiğini ortaya koyuyor.
Kitap daha önsözünden itibaren sizi içine çekmeyi başarıyor ve sonuna kadar da orada kalmanıza yol açacak bir akışı sürdürüyor. Hakikaten önsözdeki ifadeler müthiş ve bir o kadar da şaşırtıcı. Bir kuşağın yaşadıklarını göstermek amacıyla kaleme aldığını söylediği satırlarda Zweig'ın çok içten cümleler ile hem kendisini hem de içinde yaşadığı Avrupa'yı açık yüreklilikle anlattığı görülüyor. Yersiz, yurtsuz kalışını bile dert etmeden yoluna devam ediyor. Buradaki müthiş cümlelerle başlamanın tam sırası:
"…Bütün bu patlamalar ve sarsıntılar benim evimi ve varlığımı üç kez yerle bir edip eskiyle, geçmişimle olan bütün bağlarımı kopardı ve beni acımasızca çok iyi tanıdığım bir boşluğa, 'Ne yapayım, nereye gideyim?' boşluğuna fırlatıp attı. Ama ben bundan şikayetçi değildim; çünkü tam da yersiz yurtsuz kalan biri yeni bir düşünce yapısıyla özgürleşir; sadece hiçbir şeyle bağı kalmamış insanlar artık hiçbir şeyden çekinmezler. Böylece geçmişi ve geçmişte yaşananları olduğu gibi anlatmanın en azından başlıca koşulunu, yani içtenlik ve tarafsızlığı yerine getirebileceğini umuyorum" (s.13-14).
Tarihin yarattığı etkiler bakımından en büyük iki paylaşım savaşını gören bir yazarın hem kendi kişisel tarihi açısından hem de içinde yaşadığı dünya açısından yazdıkları son derece manidar. "Ama bizim kuşak için hiçbir şeyin geri dönüşü olmadı, geçmişten bize hiçbir şey kalmamıştı, hiçbir şey geri gelmiyordu, eskiden her ülkeye, her yüzyıla çok tutumlu davranan tarih, bizleri bütünüyle olayların içine sürüklüyordu" (s.15). İşte tam bu esnada insanlığın yaşadığı barbarlığın boyutlarını ve bunun arka planında olup bitenleri anlatma konusunda belki de en maharetli olanların edebiyatçılar ve sanatçılar olması kaçınılmazdı ve de öyle oldu.
"Bütün geçmişimden geriye kalan tek şey, alnımın arkasında taşıdıklarımdır. Diğerleri şu anda benim için ulaşılmaz ya da kaybolmuş belgelerdir. Ama bizim kuşak, kaybolanın arkasından yas tutmama sanatını çok iyi öğrendi, belgelerin ve öteki ayrıntıların kaybolması, yazacağım bu kitap için belki de bir kazanım olacaktır. Çünkü ben, belleğimizi bir şeyi tesadüfen muhafaza eden, diğerlerini ise tesadüfen kaybeden bir unsur olarak değil, düzene koyan ve bilgece bir şekilde devre dışı bırakan bir güç olarak değerlendiriyorum. İnsanın kendi yaşamından unuttuğu her şey, aslında bir içgüdüyle çoktan unutulmaya mahkûm olmuş şeylerdir. Sadece benim bizzat muhafaza etmek istediğim şeyin başkaları için de muhafaza edilmeye hakkı vardır. Ey anılar, benim yerime siz konuşun ve seçimi siz yapın öyleyse, tarihin karanlık sayfalarında unutulup gitmeden, hiç olmazsa yaşadıklarıma ayna tutun!' (s.18).
Avusturyalı Yahudi bir ailenin çocuğu olarak 1881 yılında Viyana 'da dünyaya gelen Zweig, başladığında otuzlu yaşlarda olduğu Birinci Dünya Savaşı öncesini güvenlik bakımından altın çağ olarak nitelendirmektedir. Kitabın içerisinde dönemin Avusturya'sına ve oranın sanatıyla gündelik yaşantısına dair de çok sayıda ifade yer almaktadır. Modern dünya imgesinin ete kemiğe büründüğü bir dönemdir on dokuzuncu yüzyılın sonu ve yirminci yüzyılın başları ve bu dönem içerisinde geleceğe güven duyma, ilerleme kavramları sıkça vurgulanmaktadır.
"…Zira sadece geleceğini güvence altına alabilenler, yaşadıkları günlerin tadını gönül rahatlığıyla çıkarabilirdi… Aralıksız ve hiç durmadan devam eden 'ilerleme'ye duyulan inanç, o dönemde gerçekten de dini bir güce sahipti, insanlar buna Kutsal Kitaptan daha çok inanıyordu. İlerlemenin öğretisi ve mesajı, tekniğin ve bilimin hemen her gün ortaya çıkan yeni yeni mucizeleriyle en inandırıcı biçimde kanıtlanmış oluyordu" (s.21).
Kitabın içerisinde beni en çok etkileyen cümlelerden birisi ise geçmişte yaşadıklarımızla kurulan bağlantıyı anlatan şu cümleydi:
"İnsanın çocukken içinde yaşadığı dönemin havasından kanına karışan şeyler, hiçbir zaman ondan ayrılmıyor (s.23) …Her insanın yaşamında öyle bir zaman gelir ki, babasının özelliklerinin kendi kişiliğine yansıdığını görür. Her ne kadar kişiliğimi ve adımı zorunlu olarak kamuya ilan eden mesleğimle çelişiyor olsa da, babamın kendi özelini koruma ve kişiliğini öne çıkarmama özelliğinin yıldan yıla ve güçlü bir biçim de bende de gelişmeye başladığını görüyorum" (s.27-28).
Bu bölümde Viyana kenti ve bu kentin insanlarının yaşantılarıyla alışkanlıklarına dair söylenenler de son derece önem arz ediyor:
"Viyana hayatın tadının çıkarıldığı bir kentti, yaşamın yontulmamış hammaddesine sanat ve aşk, incelik ve zarafet ve kibarlık katan şey kültürden başka ne olabilirdi ki? Bu kentin insanları yeme içme konusunda ağzının tadını bilirdi, kaliteli şaraplara, taze ve keskin biralara, hamur tatlıları ve pastalara çok meraklıydılar. Müzik yapmak, dans etmek, tiyatro yapmak, sohbet etmek, kibar ve saygılı davranmak gibi konulara bu kentte özel bir sanat biçimi gibi özen gösterilirdi. Bireylerin yaşamında olduğu gibi toplum yaşamında da askerlik, siyaset ve ticaretle ilgili konular pek öne çıkmıyordu…başbakan ya da ülkenin en zengin soylusu Viyana sokaklarından geçerken kimse dönüp ona bakmaz ama bir saray tiyatrosu oyuncusunu ya da bir opera sanatçısını bütün satıcı ve faytoncular hemen tanırdı. Çocukken onlardan birinin (onların resimlerini ve imzalarını herkes toplardı) yanımızdan geçtiğini görünce, bundan gururla söz ederdik; onlara duyulan bu taparcasına hayranlık, çevresindekileri de kapsayacak kadar ileri gitmişti" (s.34-35).
Kentin kendi içerisinde mekânsal anlamda nasıl farklı sınıfsal bölümlere ayrıldığını anlattıktan sonra sanatın tüm bu farklılıkların üzerinde ve ötesinde bir yerlerde birleştirici olduğunu nefis bir şekilde aktarmaktadır. Hatta sanat ve sanatçı konusundaki şu tespitleri müthiş bir anlam taşımaktadır:
"Sanatçı takdir edildiği ve hatta aşırı derecede takdir edildiğinde, kendisini mutlu, aynı zamanda da teşvik edilmiş hisseder. Sanat, halkın tümünün yaşamsal meselesi haline gelebildiğinde zirveye ulaşır" (s.39).
İkinci bölümde yazar dönemin eğitim anlayışına ilişkin son derece çarpıcı anekdotları okuyucularıyla paylaşıyor. Kendi gençlik dönemini anlattığı bu bölümde gençliğe ve genç olmanın insanda yarattığı duygu haline ilişkin de satırlara yer veriyor.
"Sürekli heyecan içinde yaşadığımız ve duyarlı bir buruna sahip olduğumuz için sınırlarımızdan bize doğru esen rüzgarların kokusunu önceden alırdık. Hep yeniyi istediğimiz ve bize sadece bize ait olan şeylerin açlığını çektiğimiz için onları bulup ortaya çıkarırdık-babalarımızın dünyasına değil, kendi dünyamıza ait olan şeyleri araştırırdık. Gençlik, bazı hayvanlar gibi ani hava değişiminin kokusunu alma konusunda olağanüstü bir içgüdüye sahiptir, işte bunun için bizim kuşak, sona eren yüzyılla birlikte sanat anlayışında da bir şeylerin sona erdiğini, bir devrimin başladığını ya da en azından değer ölçütlerinin değiştiğini öğretmenlerinden ve üniversitelerden daha önce hissediyordu" (s.67).
Üçüncü bölümde cinselliğin ortaya çıkışına dair düşüncelere yer verilmektedir. Zweig, on dokuzuncu yüzyılın sonunda dünyaya gelir ve yirminci yüzyılın başında gençliğini yaşamaya başlar. Bu dönem dünyanın her açıdan büyük bir dönüşüm içerisinde olduğu zamanlara karşılık gelmektedir ve bu durumdan cinsellik olgusu da payını fazlasıyla alacaktır.
"Engellenmek istenen şey her yerde kaçamaklar, dolambaçlar ve çıkış yolları buluyordu. Her türlü bilgilendirmeden yoksun bırakılmış, karşı cinsle özgürce birlikte olmaları yapmacık bir namus anlayışıyla yasaklanmış olan o kuşak, aslında bugünün özgürce sevişen gençlerinden bin kere daha çok şehvet düşkünüydü. Çünkü baskı şehvet tutkusunu arttırır, yasak olan şey insanın içindeki arzuyu kamçılar; gözler ne kadar az görür, kulaklar ne kadar az duyarsa, insan o kadar çok hayal kurar. Hava, ışık ve güneş vücuda ne kadar az temas ederse, duyular da o kadar çok harekete geçer. Özetle söylemek gerekirse, o kuşağın bizim gençliğimize yaptığı baskı, bize daha yüksek ahlaki değerler kazandırmak yerine, bütün o mercilere karşı duyduğumuz güvensizlik duygusunu ve içimizdeki öfkeyi arttırmaktan başka bir işe yaramadı" (s.103).
Hayat okulu başlığını taşıyan dördüncü bölümün en çarpıcı satırlarının Emerson'un şu cümlesi olduğunu düşünüyorum:
"İyi kitaplar en iyi üniversitelerdir' (s.124).
Bu bölümde Zweig'ın kendi hayat yolculuğunda karşı karşıya kaldıklarının yanı sıra içinde yaşadığı kıtanın farklı sınıfsal ve dinsel yansımalarına dair etkilerine de yer verilmektedir:
"…Ama genç bir insan, dostlukların çabuk kurulduğu, sosyal ve siyasi farklılıkların henüz keskinleşmediği ve o temel bilgileri almaya hazır olduğu yaşta, kendisinden üstün olanlardan değil, birlikte çaba gösterdiği kişilerden daha çok şey öğrenir" (s.147).
Kitabın içerisinde okudukça sizi kendisine daha çok çeken bir albenili satır bulunuyor ki, bunların başında hiç kuşkusuz Zweig'ın Avrupa'nın farklı ülkelerinde yaptığı geziler ve gezilerdeki izlenimlerini yansıttığı kent portreleri yer alıyor. Bunun yanı sıra dönemin önde gelen edebiyatçı ve sanatçılarıyla olan dostluğunun izleri bulunan satırları da eklemeliyiz. Rodin'in atölyesine gitmesi ve onun çalışmalarını sanki orada yokmuşçasına izlemesini anlattığı cümleler ise harikulade.
"Rodin kapıya doğru yürüdü. Kapıyı kilitleme üzereyken beni fark etti ve yüzüme neredeyse öfkeyle baktı: Atölyesine gizlice girmiş olan bu yabancı genç adam da kimdi? Ama birden hatırladı ve utangaç bir edayla yanıma yaklaştı. 'Pardon mösyö' diye başladı. Ama ben daha fazla konuşmasına izin vermedim. Şükran duygusuyla ellerine sarıldım: O eli öpmeyi ne kadar çok istemiştim. İşte bu bir saat içinde bütün büyük sanatların, hatta bütün dünyevi başarıların ardındaki ölümsüz sırrı tüm çıplaklığıyla gördüm, bir şeye odaklanma, bütün güçlerin ve duyguların bir araya toplanması, sanatçının duygularına kapılıp kendinden geçmesi ve gerçek dünyadan uzak kalabilmesi. Bundan sonraki yaşamım için yeni bir şey öğrenmiştim" (s.183).
Zweig'ın kendisini bulma yolunda ilerlediği dolambaçlı yollar başlıklı bölümde de yine hayatına dair ilginç ipuçları yer alıyor ve burada hepimiz için yol gösterici olabilecek müthiş cümlelere rastlıyorsunuz.
"Felaket, yüzüne bir kapı kapandığında, öteki kapıdan girmesini bilir" (s.211)…"İlkgençlik yıllarında rastlantısal olaylar insana yazgı gibi gelir. Hayatın gerçek yolunun kendi iç dünyamız tarafından belirlendiği sonradan öğrenilir. Üstünde yürüdüğümüz hayat yolu, istek ve arzularımızdan karmaşık ve anlamsız bir şekilde ayrılıyormuş gibi görünse de, bizi eninde sonunda o görünmez hedefimize ulaştırır" (s. 215).
Adım adım yaklaşan Birinci Dünya Savaşı öncesindeki durumu öylesine büyülü cümleler ile bizim önümüze serer ki gerçekten edebiyatın gücünü bu satırlarda bir kez daha derinden hissedersiniz. 1914 ile 1939 arasında geçen yirmi beş yıl içerisinde her iki savaşın başlangıcında hissedilen duygular da köklü olarak değişikliğe uğramışlardır:
"1914 yılında cepheye gönderilen acemi erler, 'Noel'de tekrar evimizdeyiz' diye gülümseyerek annelerine el sallıyorlardı. Köyde olsun, şehirde olsun 'gerçek' savaşı hatırlayan kim vardı ki?" (s.268)… "1939 savaşının düşünsel bir anlamı vardı, özgürlük ve ahlaki değerlerin korunması için savaşılıyordu. Bir amaç uğruna savaşmak insanı güçlü ve kararlı kılar. Buna karşın 1914 savaşı realitelerden çok uzaktı. O savaş, adil, barışçı ve daha güzel bir dünya yaratma hayali ve çılgınlığı uğruna yapılmıştı. İnsanlar bilgiyle değil ancak boş hayallerle mutlu olabiliyorlardı. İşte bu yüzden insanlar o günlerde ölüm meydanına sevinerek ve ölüm sarhoşluğuyla, başlarına çiçek demetleri, miğferlerine meşe yaprakları takarak gitmişlerdi, caddeler gümbür gümbür inliyordu ve bir bayram günüymüş gibi rengarenkti" (s.270).
Savaşın insan ruhunda yarattığı etkiyi ve bu etkinin yaratılmasının arka planındaki iktidar olgusunun önemini ise şu cümlelerde net bir biçimde görmekteyiz:
"Savaş akıl ve adil bir hissiyatla yönlendirilemez. Savaşın aşırı bir duygu seline ihtiyacı vardır, savaşanlar, kendileri için heyecan, düşmana karşı da nefret yaratmak zorundadırlar. İster tek bir bireyde olsun, isterse halkta olsun, insanın doğası gereği, güçlü duygular sonsuza kadar sürmez ve askeri organizasyonlar bunu bilir, bunun için de yapay bir kışkırtma, duygulara sürekli 'doping' yapılması gerekir ve bu sürekli kışkırtma görevini-isteyerek ya da istemeyerek, dürüstçe ya da meslekleri gereği-şairler, yazarlar ve gazeteciler gibi aydınlara yaptırırlar. Nefret davulunu onlar çalıyordu ve bunu öyle kuvvetli çalıyorlardı ki, kendi halinde olan bir insanın bile kulakları çınlıyor ve kalbinde ürpertisini hissediyordu" (s.277).
2022 yılı içerisinde Rusya'nın Ukrayna'ya saldırması sonrası tüm dünyayı etkisi altına alan bir dizi yaptırımla sarsıldık. Sanattan spora, edebiyattan gündelik hayata kadar pek çok alanda yasaklar ve kısıtlamalar sonrasında içinde yaşadığımız yüzyılda bu kadar da olmaz demeye başladık. İşte tam bu noktada Zweig bize tam yüz sekiz yıl önce başlayan birinci dünya savaşı ile tüm Avrupa'da yaşanan gelişmeleri öylesine müthiş bir şekilde anlatmaktadır ki, aslında bugün yaşadıklarımız dünden kalanların yanında hakikaten şimdi yerli yerine oturmaktadır. Savaşta olan ülkelerin dillerinin kullanıldığı tabelaların sökülmesi ile başlayan süreç mektup zarflarındaki posta pullarına kadar sirayet etmiştir.
"Tanrı İngiltere'yi cezalandırsın damgasını vuruyor ya da böyle yazılı pullar yapıştırıyorlardı. Yüksek sosyeteye mensup kadınlar, yaşadıkları sürece tek bir Fransızca sözcük kullanmayacaklarına ant içiyorlardı ve bunu gazetelere mektupla bildiriyorlardı. Shakespeare Alman sahnelerinden, Mozart ve Wagner de Fransız ve İngiliz salonlarından uzaklaştırılıyordu. Alman profesörler Dante'nin Germen ırkından geldiğini, Fransızlar da Beethoven'ın Belçikalı olduğunu ileri sürüyordu. Böylece düşman ülkelerin kültür mirasları, hububat ve maden cevheri gibi hiç düşünülmeden karşı tarafa aktarılıyordu…Düşünsel çılgınlık giderek daha da absürt bir hal alıyordu. Oturduğu şehirden hiç dışarı çıkmamış ve okulu bitirdikten sonra atlasını bir daha hiç açmamış olan ocak başındaki bir aşçı kadın, Avusturya'nın (Bosna'nın herhangi bir yerinde küçük bir sınır kasabası olan) 'Sandachak' olmadan varlığını sürdüremeyeceğine inanıyordu… Bu korkunç nefret nöbetine tutulmamış tek bir kent ve tek bir topluluk yoktu…Bu hiçbir şeyden haberi olmayan bir kuşağın savaşıydı, en büyük tehlike de, ulusların tek taraflı olarak kendi sorunlarının haklılığına gerçekten ide inanıyor olmalarıydı" (s.278).
Zweig bu tuhaf zamanlarda yapılacak tek bir şeyin kaldığını belirtmektedir:
"…Ötekiler heyecandan kudururken kabuğuna çekilip susmak. Bu da kolay değildi, çünkü sürgünde yaşamak bile-ben bunu fazlasıyla öğrenmiş biriyim-kendi ülkende tek başına kalmaktan daha kötü değildi" (s.279).
Bölümün sonunda geçen savaşın her zaman bir hapishane olduğu cümlesi ise unutulmaması gereken bir aformizma niteliğindedir.
Zweig, Birinci Dünya Savaşı yıllarında sözün güçlü olduğu kadar gücünü hissettirecek bir ağırlığı olduğunu da dile getirmektedir. İkinci dünya savaşında ise artık sözün gücünün yerinde propaganda yer almaktadır ve şairler, edebiyatçılar, sanatçıların toplumlar ve devletler nezdindeki ağırlıkları eskisi gibi hissedilemeyecek düzeylere inmiştir. Bir taraftan savaşın getirdiği ağır ekonomik şartlar öte tarafta ise var olan durumdan nemalanmayı başaran bir avuç azınlık yer almaya başlayacaktır:
"Zaman hızla ilerler ve olaylar birbirini hızla kovalarken çekinmeden kendilerini bu dalganın içine atabilenler her zaman avantajlı olurlar" (s.316).
Maddi açıdan yaşanan gelişmeleri kendi ülkesi Avusturya'ya komşu ülkelerden gelenler üzerinden çok net bir biçimde ortaya koymaktadır:
"Komşu köylerde ve kentlerde oturan yüzlerce ve binlerce Bavyeralı her gün akın akın bizim tarafa geçiyor ve küçük kentlerimize yayılıyorlardı. Burada elbiselerini diktiriyor, otomobillerini tamir ettiriyor, eczanelere ve doktora gidiyorlardı. Münihli büyük firmalar, yabancı ülkelere gönderdikleri mektup ve telgrafları, aradaki fiyat farkından yararlanmak için Avusturya'dan postaya veriyorlardı" (s.343).
Fakat tam bu kaos ortamına karşın insanların yeniden geçmişteki alışkanlıklarına sahip çıkmalarına ilişkin de müthiş notları yine bu bölümde okuyabiliyorsunuz:
"Çünkü bir zamanlar en sabit şeyi olan paranın her gün değer kaybetmesinin verdiği şaşkınlıkla, insanlar yaşamın gerçek değerlerine yani çalışmaya, sevmeye, dostluğa, sanata ve doğaya daha çok önem vermeye başlıyordu. Bütün halk, yaşanan felakete rağmen her zamankinden daha istekli ve daha heyecanlıydı…Geçmişte bizim için önemli olan şey, şimdi daha da önemli hale geldi. Bizler sanatı hiç Avusturya'nın o kaos yıllarındaki kadar çok sevmemiştik, çünkü paranın ihanetine tanık olunca sadece içimizdeki ölümsüzlüğün gerçek istikrar olduğunu hissetmiştik" (s.345).
Birinci dünya savaşının bitimi sonrasında Almanya'da yaşanan müthiş ekonomik sıkıntının yarattığı toplumsal, kültürel ve siyasal etkilerin boyutunu anlatırken Zweig'ın şu sözleri daha bir anlam kazanıyor:
"Gözle görülerek elde edinilen izlenimler her zaman daha inandırıcı olur" (s.359)…"Bütün değerler değişmişti sadece maddesel değerler de değildi değişen. Devletin emir ve yönergeleri alaya alınıyor, hiçbir geleneğe ve ahlaki değere saygı duyulmuyordu" (s.365)…"Bu felaket dolu ayları ve yılları yaşamış, dünyası kararmış ve acı çekmiş olanlar işlerin daha da kötüye gideceğini, korkunç bir tepkinin oluşacağını hissedebiliyordu. Alman ulusunu bu kaosun içine itmiş olanlar, ellerinde saatleri, 'ülkenin işleri ne kadar kötüye giderse, bizim için o kadar iyi olur' diye gülümseyerek arka planda bekliyorlardı. Bekledikleri saatin geleceğini biliyorlardı" (s.366).
Dünyaca tanınmış bir yazarın içinden geçilmekte olduğu dönemin yarattığı etkiyle birlikte bir anda yazdığı dilde yasaklı hale dönüştürülmesine ilişkin yaptığı tespitleri her sosyal bilim öğrencisi dikkatle okumalı diye düşünüyorum çünkü buradaki cümleler insanın kimliğinin oluşturulmasındaki ana hatları ortaya koyması açısından müthiş öğretici bir yanı bünyesinde barındırmakta:
"Normal durumda bir insanın taşıdığı isim, puroyu saran yapraktan farksızdır. Bir kimlik markası, gerçek kişiyle yani Ben'le hiçbir bağlantısı bulunmadığı bir yabancı ve hatta önemsiz bir objedir. Bir başarı durumunda bu isim hemen şişirilir. Kendisini taşıyan insandan ayrılır ve kendi başına bir güç, bir kuvvet olur, bir tür sermayeye ve ticaret malına dönüşür; öte yandan şiddetli bir geri tepmeyle bu kez kendisini taşıyan insanı etkilemeye, onu yönetmeye ve değiştirmeye başlar. Mutlu ve kendinden emin olan insanlar, farkında olmadan yarattıkları etkiyle kimliklerini belirleme alışkanlıklarını sürdürürler. Bir kimsenin sahip olduğu bir unvan, makam, bir nişan ya da adının herkesçe biliniyor olması, bu tür insanlarda daha büyük bir güvenlik, daha da artmış bir güven duygusu yaratır ve onların kafalarına, toplum içinde, devlete ve yaşadıkları dönemde çok önemli kişilikler oldukları bilincini yerleştirir, onlar da kişilikleriyle dışsal etkenlerinin yoğunluğuna ulaşmak için farkında olmadan kendilerini şişirirler. Ama doğası gereği kendisine karşı kuşku duyan biri, dışsal başarının her çeşidini özellikle bu zor durumda kendisini mümkün olduğunca değiştirmeme yükümlülüğü olarak hisseder" (s.375).
Sondan bir önceki bölüm Hitler'in sahneye çıkışı başlığını taşıyor. Zweig bu bölüme şu ifadelerle başlıyor:
"Zamana yön veren büyük hareketleri, o dönemde yaşayanların ilk başlarda fark edememesi tarihin değişmez bir yasasıdır" (s.415).
Bu bölümde nasyonal sosyalist hareketin iktidara geliş süreci ve ardından yaşanan gelişmelere ilişkin değerlendirmeler yer alıyor:
"İçinde yaşadığımız dönemin doğru ve canlı bir tasvirini vermek isteyen bir kişi, romantik düşlerden vazgeçme cesaretine de sahip olmalıdır…Aklımızın ermediği şeylerden biri de, olay yerinden on sokak ötede oturanların, binlerce kilometre uzaktakilerden daha az şey biliyor olmasıydı, daha sonraları tanık olduğum pek çok olay bana bunun böyle olduğunu gösterdi (s.444)…Günümüz insanı, eğer tesadüfen olayların geçtiği yerde bulunmuyorsa, dünyanın çehresini ve kendi yaşamını değiştirecek olayların pek azını biliyor" (s.445).
Can çekişen barış başlığını taşıyan son bölümde ise yazar, hem yaşadıklarına ilişkin düşüncelerini bize aktarıyor hem de özellikle son noktada vatansız ve pasaportsuz kalması ile başlayan ruh haline ilişkin ipuçlarını paylaşıyor:
"Tekniğin bir insanlara yaptığı en büyük kötülük, içinde yaşadığımız zamandan bir an için bile kaçmamızı engellemesidir. Bizden önceki kuşaklar, büyük felaketler döneminde ıssız ve ücra yerlere kaçabiliyorlardı; ama bizim kuşak yeryüzünün herhangi bir yerinde yaşanan bir felaketi aynı saatte ve aynı saniyede öğrenmek ve hissetmek zorunda kaldı. Avrupa'dan ne kadar uzakta olsam, onun yazgısı hep peşimden geliyordu" (s.460).
Alman işgali yaklaşırken içinde yaşadığı ülkeyi ve kenti terk etmek zorunda kalan bir Yahudi olarak geride bıraktığı annesinin başına gelen bakım hikâyesi bile başlı başına insanın insanlıktan çıkma hâlini ortaya koyması açısından ibretlik bir durum arz ediyor. Zweig bir anda hem ülkesiz hem de kimliksiz kalmıştır ve bu durumu yıllar önce dinlediği bir Rus'un ağzından şöyle aktarır:
"Eskiden insanın sadece bir bedeni ve ruhu vardı. Şimdi bunlarla birlikte pasaporta da ihtiyacı var çünkü pasaportsuz kişi insandan sayılmıyor" (s. 471).
İlerleyen satırlarda yazar, göçmenliğin yarattığı ruh halini ve etkilerini de açık bir biçimde ortaya koymaktadır:
"Göçmenliğin her biçimi bir çeşit denge bozukluğuna neden olur. Bu kaçınılması mümkün olmayan bir durumdur. İnsan kendi ülkesinin toprakları üstünde değilse, dik duruşunu kaybediyor ve kendine karşı daha güvensiz ve daha çaresiz oluyor, bu ruh halini anlamak için bunların yaşanmış olması gerekir. Yabancı kağıtlarla ya da yabancı pasaportlarla yaşamaya mecbur kaldığım günden beri kendimi bana ait değilmiş gibi hissettiğimi itiraf edebilirim. Doğal kimliğimden ve benliğimden bir şeylerin kaybolduğunu biliyordum…Evet, elli yaşında biri olarak pasaportumu kaybettiğim gün, insanın vatanını kaybetmekle yerküre üzerinde etrafı sınırlarla çevrilmiş bir toprak parçasından çok daha fazlasını kaybettiğini anladım" (s.474).
Kitabın son cümleleri de yine müthiş bir etkiyi ve hayranlığı beraberinde getiriyor:
"Gölgem bütün bu zaman boyunca benden hiç ayrılmamıştı, gece ve gündüz bütün düşüncelerimin üzerindeydi. Belki bu kitabın sayfalarında da o gölgenin karanlık çizgileri vardır. Ama her gölge, sonuçta bir ışığın çocuğudur. Aydınlık ile karanlığı, savaş ile barışı, yükseliş ile çöküşü yaşamış olan bir kişi, hayatı gerçek anlamda yaşamış demektir" (s.501).
Kitabın böylesine rahat ve akıcı bir şekilde okunmasına katkılarından dolayı sevgili hocalarım Kasım ve Yadigar Eğit'e de şükranlarımı sunuyorum. Daha önce kendilerinin Thomas Mann'dan yapmış oldukları Buddenbrooklar (Bir Ailenin Çöküşü) romanını da yine keyifle okumuştum. Böylesi bir çalışmayı gecikmeyle okumuş olmakla birlikte metnin içerisinde geçen pek çok noktanın içinden geçmekte olduğumuz günümüzün ağır toplumsal ikliminde de anlamlı ve bir o kadar da öğretici olduğu kanaatindeyim.
- Dünün Dünyası, Stefan Zweig, Çev. Kasım ve Yadigar Eğit, Can Yayınları, 7. Baskı 2017
Ahmet Talimciler kimdir? Ahmet Talimciler, 1970 yılında İzmir Karşıyaka'da dünyaya geldi. Karşıyaka spor kulübünün minik ve yıldız takımlarında, Tarişspor kulübünün genç takımında oynadı. 1988 yılında Ege Üniversitesi Coğrafya bölümüne kaydoldu ve iki yıl burada okuduktan sonra tekrar sınava girerek aynı üniversitede Sosyoloji bölümünü kazandı. 1994 yılında "Futbolun Toplumsal İşlevi" başlıklı lisans teziyle bölümden mezun oldu. Ardından Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde 1998 yılında Türkiye'de Futbol Fanatizmi ve Medya İlişkisi başlıklı yüksek lisans tezini, 2005 yılında da Türkiye'de Futbol ve İdeoloji İlişkisi başlıklı doktora tezini tamamladı. 2001 yılında Milliyet Gazetesi Sosyal Bilimler ödülünü kazandı. 1996 yılında Araştırma Görevlisi olarak başladığı Ege Üniversitesi Sosyoloji bölümünden 2019 yılında ayrılarak İzmir Bakırçay Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü Uygulamalı Sosyoloji ana bilim dalına profesör kadrosuyla geçiş yaptı. Halen aynı üniversitede görev yapmayı sürdürmektedir. Son yirmi yılda yerel ve ulusal düzeyde gazetelerde, internet sitelerinde yazmıştır. Mart 2016'dan bu yana T24'te başta spor ve gündelik hayata ilişkin olmak üzere gündeme ilişkin yazılar yazmaktadır. Karşıyaka Belediyesinin çıkartmakta olduğu Gazete Karşıyaka'nın yazarlarındandır. Bir diğer önemli tutkusu ise radyo yayıncılığıdır, üç yıl boyunca TRT İzmir Kent Radyosunda Sporun Arka Planı programını hazırlayıp sunmuştur. Halen TRT Türkiye'nin Sesi Radyosu Memleketim FM'de Spor Daima programına cuma günleri konuk olmayı sürdürmektedir. YouTube üzerinden yayınlanmakta olan Geek Futbol programının da yorumcularından birisidir. Evli ve spor tutkunu bir çocuğun babasıdır. Kitapları -Türkiye'de Futbol Fanatizmi ve Medya İlişkisi (2003,2014, Bağlam Yayınları) -Sporun Sosyolojisi Sosyolojinin Sporu (2010,2015, 2018, Bağlam Yayınları) -Futbol Yazıları (2017, Bağlam Yayınları) -Türkiye'de Futbol En Az Futboldur (2020, Spor Yayınevi ve Kitabevi) -Saçmanın İktidarı (2021, Sakin Kitap) -Beklentilerin Tersine Çıktığı Alan: Eğitim (2022, Sakin Kitap) -İlkelerimizi Kim Yazacak? Cem Can Yazıları (Yayına Hazırlayan- 2012, Moss Spor) -Fair Play Yemin İstemez (Yayına Hazırlayan-2012, Moss Spor) -Şiddet, Şike ve Medya Kıskacında Futbol ve Taraftarlık (2015, Litera Türk Academia, Müge Demir ile) -Football in Turkey (Editör- 2016, PL Academic Research) |