Bir zamanlar okul kitaplarımızda dünyadan kendi kendisine yeten yedi ülkeden bir tanesi Türkiye’dir ifadesini bizlere öğretiyorlardı. Üzerinden yıllar geçti ve içinde bulunduğumuz dönemde özellikle tarımsal ürünler alanında büyük çaplı bir ithalat dalgası ile karşı karşıya kaldık.
Ve maalesef çiftçilerimizin de hızla topraklarından uzaklaşmaya başladığı bir sürece tanık olmaya başladık! Bunda hiç kuşkusuz artan girdi maliyetlerinden, ürettikleri ürünlerin kendi giderlerini karşılayamamasına kadar pek çok etmen etkili oldu. Ancak özellikle 80’li yılların sonundan itibaren hayatımızı onulmaz bir şekilde değiştiren inşaat sürecinin de bu gidişat içerisinde büyük katkısı bulunduğu gerçeğini de bir kenara yazmak zorundayız.
Her ne kadar Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığımızın kamu spotu ile verimli tarım arazilerinin korunmasına yönelik uyarıları ekranlarda yer buluyor olsa da, işler göründüğünün aksi yönünde ilerlemekte. Her geçen yıl verimli tarım arazilerinin biraz daha fazla yapılaşmaya açılması gerçeği karşısında geri adım atılıyor ve biraz daha fazla yurt dışına bağımlı bir ortamın oluşmasına katkıda bulunuluyor.
Çevre ve Şehircilik Bakanlığının aynı yerde buluştuğu gerçeğini göz önünde bulundurduğumuz takdirde durumun her koşulda şehirciliğin lehine buna karşın çevrenin aleyhine işlediğine tanıklık ediyoruz. Yüzyıllardan bu yana verimli arazileri koruyan atalarımızı örnek vermek gayet güzel olmakla birlikte iş rant mevzusuna gelip dayandığında, betonseverliğimiz her şeyin önüne geçiyor.
Büyük büyük binalar dikmeyi, köprüler, yollar, havaalanları yapmayı çağdaşlık olarak algılıyoruz. Bütün bunları yaparken doğayla kurduğumuz ilişki ise son derece çağdışı bir biçimde tecelli ediyor. Şehirlerimizin insan sağlığı açısından büyük tehlikeler oluşturduğu gerçeği bir tarafa, özellikle içilebilir su kaynakları ve ormanlık arazilerin kaybedilme sorunu her geçen gün biraz daha fazla büyüyor. Lüks, korunaklı sitelerde yepyeni bir hayat tarzı hepimize enjekte edilmeye çalışılırken ıskaladığımız yüzyılların alışkanlıkları ve doğa ile birlikteliğimizin son bulması oluyor. Bu öylesine büyük bir rant tutkusu ki, tüm ülkeyi baştan başa sarıp sarmalıyor ve el değmemiş doğal kaynaklarımızın hızla kirlenmesinin önünü ardına kadar açıveriyor.
Bu topraklarda köylüleri milletin efendisi olarak nitelemenin ötesine geçemediğimiz için çok uzun yıllar boyunca sadece popülist uygulamalar için onlara istediklerini vermekle yetindik. Ve yine bu ülkede belki de bugün en fazla akademisyen sayısına sahip bulunan Ziraat Fakültelerini açmamıza rağmen tarımsal üretimimizi bir türlü istenilen düzeye taşıyamadık. Köylerin kentlere olan nüfus üstünlüğünün tersine dönmeye başladığı 80’li yıllar sonrasında ise giderek tarımsal ürünlerin taban fiyatlarına verilen abartılı fiyatların yarattığı zararlar göze batmaya başladı.
Bugün köylerin ve dolayısıyla çiftçilerin ülkenin politik yapılanması içerisinde doğrudan bir etkileri bulunmuyor. Bu durum sonrasında geçiş sürecini beceremediğimiz için köylerin boşaldığı ve ürünlerin tarlada çürümeye zorlandığı bir süreci yaşamaya başladık. Artık bir yıla yayılan çabanın çarkı döndürmeye yetmediği arada aracıların kazandığı buna karşın üreticilerin giderek yoksullaştığı bir dönemdeyiz. İthalat kozu üzerinden fiyatları aşağıya çekme düşüncesi kısa vadede işe yarayabilir buna karşın uzun vadede tarımsal üreticilerin giderek ortadan kalkmasına yol açacaktır.
Milli yemeklerimizden olan fasulyeyi Kırgizistan’dan, Nohut’u Meksika’dan ithal etmeye başladık. Kavun Kostarika’dan, Karpuz İran’dan geliyor ve Konya şehri büyüklüğündeki Hollanda, ABD’nin ardından dünyanın en büyük ikinci tarım ihracatçısı konumunda.
Hamaset içeren konuşmaları bir tarafa bırakıp bir yandan ülkemizin zengin tarım arazilerini nasıl yok etmeyi sürdürmekte olduğumuzu öte yandan da bu gidişin nasıl bir sıkıntı doğurabileceğini ciddi bir biçimde analiz etmek zorundayız. Petrol, Doğalgaz gibi getirisi yüksek olan kaynaklara sahip olmadığımızı ve dünyanın teknoloji üreten ülkelerinden bir tanesi pozisyonunda da bulunmadığımıza göre tarımımızı çok daha fazla koruyup kollamak durumundayız.
Aksi takdirde bir taraftan nüfusu arttırma politikalarını hayata geçirmeye çalışırken öte yandan bu nüfusu nasıl doyurabileceğimiz meselesi daha fazla bir sorun haline dönüşecektir. İşin bir de çevre tahribatı ve su kaynaklarının yok edilmesi meselesi var ki, orası sorunun çok daha netameli bir boyutunu oluşturmaktadır.