Prof. Dr. Zafer Toprak hocamızın geçtiğimiz Haziran ayı içerisinde çıkan Atatürk Kurucu Felsefenin Evrimi başlığını taşıyan bir hayli kapsamlı kitabını Türkiye Cumhuriyetinin geçirmiş olduğu düşünsel süreçlerin arka planını iyi öğrenmek isteyen herkese tavsiye ediyorum. Sevgili hocamız usta bir zanaatkar gibi ince ince işlemek suretiyle cumhuriyetin hukuk, sosyoloji, ekonomi, siyaset ve bilim-kültüre dayalı temellerini anlamamızı sağlayacak bağlantıların neler olduğunu gözler önüne seriyor. Kitabı okuduğunuzda karşınızda içinde yaşadığı dönemin ruhuna nüfuz etmiş ve yaşanan gelişmeleri yakından takip etmekte olan büyük bir lideri yeniden keşfetmiş oluyorsunuz. Aydınlanma ile başlayan ve sanayi devrimi ile sürüp giden gelişmelerin yaratmış olduğu yeni insan tipini ve bu insan tipiyle birlikte ortaya çıkan yönetsel sistemlerin farkında olmakla kalmayıp aynı zamanda bunları kendi ülkesine uygulamayı da başaran bir kişilik olarak Mustafa Kemal Atatürk'ü bambaşka bir gözle okumaya başlıyorsunuz.
Çalışmanın girişinde Atatürk'ün entelektüel kişiliği üzerinde çok az durulduğu cümlesi dikkat çekici. Çünkü o entelektüel kişilik sadece kuruluş dönemini değil bugünü de şekillendiren bir bakış açısının ortaya çıkmasına yol açmıştı. "Atatürk'ün entelektüel yaşamı üç evreden oluştu. Zabit olduğu dönemde, Manastır İdadisinde, Harbiye'de ardından orduda görevli iken edindiği birikim, ilk evreyi oluşturdu. Ardından devlet kuruculuğu sürecinde siyasi kimliği geldi. 1919-1927 arası Milli Mücadele ve cumhuriyetin temellendirilmesine yönelik siyasi ve hukuki düzenlemelerin yer aldığı bu evre Atatürk'ün siyaset alanında aktif olduğu dönemdi. Üçüncü evre ise kısmen aktif siyasetten çekildiği ve 30'lu yıllarda kendi 'yeni insan'ını aradığı, ulus devletin yurttaşını inşa etme kaygısını taşıdığı yıllardan oluştu. Harf devrimiyle başlayan bu üçüncü evre yaşamının son on yılını oluşturdu. Süreç 1929 Dünya buhranıyla birlikte daha bir ivme kazandı"(s.5).
Kitabın yazımında başvurulan ana kaynağın Çankaya Kitaplığı olduğu belirtiliyor. "Cumhuriyet Türkiye'sinin kuruluş evresindeki en güncel kitaplık Çankaya'daydı. Çoğu kitap bizzat Atatürk ve yakın çevresi tarafından yurt dışına ısmarlanmıştı. Çankaya Kitaplığı, tüm reform girişimleriyle eşgüdüm içerisinde olan, o gün için Fransızca üzerinden Batının izini süren bir bilgi hazinesiydi. Kitaplık ana hatlarıyla Osmanlının çağdaşlaşma sürecinde 18.yüzyıl Aydınlanma çağı düşünürlerini, 1789 Fransız Devrimini ve 1870 ertesi Üçüncü Cumhuriyet Fransa'sını kapsıyordu. Bu evrelerin düşünürlerinin, bir neslin, Atatürk'ün de mensup olduğu Jön Türk neslinin fikir dağarcığını ne denli derinden etkilemiş olduğunu kanıtlıyordu"(s.6).
Çalışmanın hukukla başlaması şaşırtıcı değil çünkü Atatürk'ün yaratmak istediği yeni insan tipinin ortaya çıkmasında olmazsa olmaz şekilde dayanacağı ilk güç hiç kuşkusuz hukuk olacak. Ayrıca hukuksal düzenlemeler çıkılan yolun cumhuriyete ulaşmasında ve orada yaşanacak olan gelişmelerde başvurulacak olan yasal prosedürleri de biçimlendirmek suretiyle meşruluğun dayanacağı yeni gücün odağını da net bir biçimde ortaya koyacaktır. Sadece bu kitapta değil Atatürk ve dönemine ilişkin bütün kitaplarda karşınıza çıkacak olan önemli bir gerçek, Atatürk'ün son derece zeki ve planlı bir kişi olarak çağdaş liderliğin bütün özelliklerini bünyesinde barındırıyor olmasıdır. Bu açıdan Samsun'a çıkmış olduğu ilk andan itibaren bütün adımları birkaç adım sonrasında olup bitecek olan gelişmeleri içerecek biçimde atılmıştır. Bu açıdan milli mücadelenin hemen başında gündeme getirmiş olduğu milli hâkimiyet düşüncesi için Rousseau'ya sık sık başvuracak ve onun genel irade kavramını benimseyecekti.
"Seküler hukuka geçiş özellikle üç hukuk alanında başladı. Bunlar ticaret hukuku, ceza hukuku ve uluslararası hukuktu. Ve bu üç konuda Tanzimat sonrası epey yoğun kitap ve risale yayınlandı. Bunlar arasında Mülkiye ve Hukuk mekteplerinde kullanılan ders malzemesi olduğu gibi yargı organlarına yönelik eserle de yer aldı"(s.53). Kitabın belki de en dikkat çekici yanı üzerine eğilmiş olduğu bütün bu konular konusunda okuyucularına ufuk açıcı bilgiler verecek bir tarzda hazırlanmış olması. Hangi konu üzerinde duruluyorsa o konuya ilişkin olarak bugüne kadar bilmediğiniz veyahut duymadığınız kişiler ile o kişilerin yayınları hakkında bilgiler sıralanıyor. Bu ise okuyucu olarak hepimizi cumhuriyetin arka planındaki kurucu felsefenin nasıl bir biçimde geliştiğine ilişkin doyurucu bir temele kavuşmamıza yardımcı oluyor. Hukuka ilişkin bölümleri okuduğunuzda bir başka dikkat çekici unsur ise içinde yaşadığımız dönemdeki hukuka ilişkin tartışmaların bu topraklarda daha önce de yaşandığı gerçeği ile karşı karşıya kalmanız durumudur. Alt başlıklar olarak Ayak Kavafından Avukata, Dava Vekilleri ve Savunma Hakkı, İslam Hukukundan Seküler Hukuka gibi alanlardaki önemli tartışmaları öğrenmiş oluyorsunuz. Bir diğer önemli nokta ise Osmanlı devletinin 19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren hukuk devletinin kodifikasyonu, mevzuatın yayınlanarak kamuoyunun bilgilendirilmesi yolunda da yol kat ettiğinden haberdar olmanızın sağlanmasıdır.
"Meşrutiyet öğrencisinin defterlerinin kabı Fransız devriminin ana umdeleri 'hürriyet, müsavat, uhuvvet'le süslüydü. Meşrutiyet bozuk paralarının üzerinde 'hürriyet, müsavat, adalet' sözcükleri yer alıyordu"(s.102). Her ne kadar bu ifadeler Osmanlının son döneminde etkisini göstermiş olsa da "Cumhuriyetin kuruluş evresinde kişi özgürlükleri konusunda aynı heyecanı göstermedi ya da gösteremedi. Diğer bir deyişle 'hürriyet' Cumhuriyetin 'zayıf halkası' oldu. Atatürk'ün 'hürriyet' anlayışının geri planında Rousseau'nun hâkimiyet ve hürriyet anlayışı yatıyordu"(s.112). Burada Atatürk Montesquieu'nun kuvvetler ayrımını değil Rousseau'nun güçler birliğini tercih ediyor ve bireyden çok toplumu ön plana çıkartıyordu ki, kitabın bundan sonraki iki bölümünde sosyoloji ön plana çıkacaktır.
Durkheim sosyolojisinin kavramları Ziya Gökalp aracılığıyla genç cumhuriyetin şekillenmesinde öncülük edecektir. Durkheim'in toplumu bireylerin toplamı değil, birleşimi olarak gördüğü ve toplumsal bilinç kavramını öne çıkarttığı görüşleri Atatürk'ün bakış açısına karşılık gelebilecek düşüncelerin oluşmasına katkıda bulunuyordu. Gökalp yazdığı yazılarla cumhuriyetin ideolojik arka planının oluşmasını sağlıyordu. "Sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitle' düşüncesi bize özgü halkçılık kavramı ile karşılık buluyordu. "Toplumsal sınıfların ve sınıf çatışmasının gereksizliğine inanan, çelişkiden arınmış, toplumsal uzlaşma ve dayanışmadan kaynaklanan solidarist düşünce Meşrutiyet döneminin son yıllarında Ziya Gökalp ve müritlerince benimsenmiş, halkçılık adı altında Türk siyasal yaşamına sokulmuştu" (s.156). Solidarist düşünce 1940'lı yıllara kadar Türkiye'de etkisini devam ettirmiş olmakla birlikte 1929 yılında yaşanan Dünya ekonomik bunalımı, tüm ülkeleri olduğu gibi Türkiye'yi de derinden etkileyecekti ve ekonomi baş gündem maddesi haline dönüşecekti.
"Cumhuriyetin kurulduğu yıl iki önemli gelişme milli egemenlik ve iktisadi bağımsızlık bağlamında ülkenin geleceğini belirledi. Bunlardan ilki Lozan Barış antlaşması, diğeri ise Türkiye İktisat Kongresiydi. Cumhuriyetin ilanının da aynı tarihte, 1923'te gerçekleştiği düşünülürse, bu üç önemli etkenin yeni bir ulus inşa sürecinde başat rol oynadıkları söylenebilirdi. Üç unsur birlikte sanki bir sacayağıydı"(s.156). Maalesef bugün hala tartışmakta olduğumuz Lozan Barış Antlaşmasının ne denli önemli olduğu şu satırlarla çalışmada yer almaktadır: "Osmanlıyı çökertmenin Sevr, Cumhuriyet Türkiye'sini kuranın ise Lozan olduğunu kaydetmek abartı sayılmazdı…Her iki antlaşma sonuçları açısından değerlendirilirse, Sevr savaş çığırtkanlığı yapan, Lozan ise barışın güvencesini oluşturan bir düzenleme olarak tarihe geçti. Temelleri çağdaş tarihin derinliklerine uzanan, sömürgecilik boyutuyla 19.yüzyılda güçlenen ve bağımlılık ilişkileri üzerine kurulu bir düzenin, emperyalizmin dünya tarihinde ilk sorgulanışı bir bakıma Lozan'da gerçekleşmiştir"(s.167).
"Gökalp'in üç özdeyişi, Tek parti dönemi Türkiye'sinin yönelimlerini ifade edecekti. Bunlar, 'sınıf yok, esnaf var', 'fert yok, cemiyet var' ve 'hak yok, vazife var'dı"(s.197). Böylesi bir yaklaşımın ortaya çıkmasında hiç kuşkusuz uzun yıllar boyunca yaşanan savaşların büyük bir etkisi bulunmaktaydı. "Savaşın son yıllarında gündeme gelen halkçılık anlayışı, toplumun bireylerini bir diğerine bağlayan meslek zümrelerinin sınıf ayrımının yerine geçmesini öngörüyor, toplumu bir organizmaya benzeterek, meslek zümrelerini bu organizmanın hayati işlevler üstlenmiş organları olarak algılıyordu. Atatürk'ün halkçılıktan anladığı da buydu" (s.199). Kitapta Ziya Gökalp'in düşünce silsilesinin en zayıf halkası olarak iktisadi görüşleri gösterilmektedir. Öte yandan Atatürk'ün kitaplığında ekonomiye dayalı kitapların sayısının da diğer alanlara oranla daha az olduğu görülmektedir. Bu alt bölümde kooperatifçiliğin yanı sıra Kadro dergisinin yaklaşımlarına da yer verilmektedir.
Cumhuriyeti özgün kılan yanların başında kadına bakış açısı gelmektedir. Temel dönüşümün odağında kadının sosyal hayattaki görünürlüğü ve buna ilişkin düzenlemeler yer almaktadır. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında kadının bu görünürlüğüne ilişkin bir takım yasal düzenlemelerin yanı sıra hukuki düzenlemelerin de devreye sokulduğu görülmektedir. Ayrıca oy verme ve aday olabilme hakkının kadınlara tanınması uygulaması içinde bulunulan dönem itibariyle bir hayli büyük bir adımdır.
"Cumhuriyet Halk Partisinin 'halkçılık' umdesi büyük ölçüde solidarizmden esinlenmişti. Solidarizmin 'misak-ı milli' sınırları içinde ulusal devletin kuruluşunda önemli katkıları olmuştu. Ancak madalyonun diğer yüzü vardı. Solidarizm ülkeyi liberal devlet anlayışından da uzaklaştırmıştı. İki dünya savaşı arası Avrupa'sında güçlenen otoriter rejim anlayışı da liberal devlete karşı kesin tavır almış; liberal devletle uluslaşmanın uyum sağlayamayacağını ileri sürmüştü. Cumhuriyet solidarizminin liberalizme karşı tutumunun oluşumunda Avrupa'da esen rüzgarların katkısı büyüktü. Tek parti yönetimi liberal devletin ulus birliğini bozucu olduğunu, toplumda sınıflaşmaya yol açtığını ileri sürmüştü. 'Milli devlet' sınıflaşmayı reddediyor, 'milletçe kütleleşmek' fikrini öneriyordu. Bu nedenle rejim cumhuriyetin çekiştirici, çarpıştırıcı, ulusal birliği bozucu olarak nitelediği liberal devlet tipini benimsemeyeceğini, ülke gerçekleriyle ancak sınıfsız 'milli devlet' görüşünün bağdaşabileceğini savunmuştu. Bu görüşler ışığında Ceza kanununda değişikliklere gidilecek, Cemiyetler kanunuyla sınıf esasına dayalı cemiyetler yasaklanacak, İş kanunun 'yurttaşlara sınıflaşarak parçalara ayrılmasını önleyici rejim kanunu' olarak değerlendirilecekti. Bu korporatizmin Türkiye'ye özgü yorumuydu"(s.290).
Kurucu felsefenin önemli adımlarından bir tanesi de bilim ve kültür alanında gerçekleştirilen düzenlemelerdi. Bu açıdan bugün hala tartışılan harf devrimi bunlar arasında önemli bir yer tutmaktaydı. "Harf devrimi pratik yönlerinin yanı sıra sembolik açıdan da anlamlıydı. Yaşanan diğer devrim süreçlerinde olduğu gibi Türk devrimi de geçmişle bağları koparma gereği duyuyordu. Hilafet ve saltanatı kaldırmak siyasal anlamda yeni yapılanma için gerekliydi. Ancak geçmişin zihniyeti kültür normlarının derinliklerinde saklıydı. Alfabe, dil, tarih ve benzeri öğeler yüzyılların birikimi sonucu toplumda yer etmiş ve bu tür kültür normları kaldığı sürece geçmişi sorgulamak o denli güç bir uğraşa dönüşmüştü. Harf devrimi bu anlamda bir kopuşu, bir kırılma noktasını simgeliyordu"(s.295).
5-6 aya sığdırılmış bir devrim olan Harf devrimi Atatürk'ün yakın çevresindekiler açısından bile müthiş bir adımdı. "Türkiye'de o sıralarda okuryazarlık %5 ila 7 arasındaydı. Okuryazar olmayan kişinin geçmişle bağı da son derece sınırlıydı. Mütefferika baskılarından yani 1729'dan 1928'e kadar, iki yüzyıllık bir süre içerisinde 35 bin, bilemediniz 40 bin civarında kitap basılmıştı. Bu okuryazar toplumlar açısından çok düşük bir sayıydı. Harf devrimi ertesi Büyük Buhranın tüm engellerine karşın, 15 yıl içerisinde basılan kitap sayısı 31 bine ulaşmıştı. Kısacası iki yüzyılda basılan kitap sayısı Harf Devrimiyle birlikte on beş yılda gerçekleştirilmiştir"(s. 300).
Kitabın bir diğer alt bölümü sosyolojiden psikolojiye başlığını taşıyor. Bu bölümde 1921 yılında Torino'da düzenlenen sosyoloji kongresine ülkemiz adına katılan Muslihiddin Adil'den söz ediliyor ve uluslararası alanda Torino Sosyoloji Kongresi üzerine tek kitabı da onun yazdığı bilgisi veriliyor. Yine bu bölümde Durkheim'a ait bazı eserlerin İngilizce çevirilerinden çok önce Türkçeye kazandırıldığı bilgisini de öğrenmiş oluyoruz. Cumhuriyet ile gelen yeni yaşam tarzı karşısında yeni insan tipinin tepkileri de farklı gerçekleşemeye başlayacak ve sosyolojinin yerine psikoloji yavaş yavaş ön plana geçecektir. "Necmeddin Sadık'a göre, evet Cumhuriyet yeni bir düzen getirmişti ama ülke insanı büyük bir boşluk içerisindeydi. Koskoca bir imparatorluk çökmüş, yerine kurulmakta olan ulus-devlet henüz 'ideal'lerini ortaya koyamamıştı…Cumhuriyetin ilk yıllarında kadın daha özgürdü: ancak bir 'ideal'den yoksundu. 30'lu yıllar işte bu idealin aranışıyla geçti"(s.337).
Zafer Hocamızın üzerinde dikkatle durduğu bir diğer bilim dalı da Antropolojidir. "Antropoloji sosyal ve beşeri bilimlerin başlangıç noktasıydı. Bu nedenle, hemen her ülkede olduğu gibi antropoloji bilgisi Osmanlı topraklarına sosyolojiden önce girmişti. Ama yine de antropoloji ile sosyoloji arasında Çin Seddi yoktu. Nitekim Satı Bey'e göre, insanlığın, toplumların her türlü durumu belirli koşullar ve nedenler sonucu oluşur ve dönüşürdü; toplumsal olgular, doğal olgular gibi, bir dizi kesin kurallara bağlıydı. Bu satırlar aslında sosyolojinin ta kendisiydi. İşte bu tür bilgiler ülkeyi yönetecek kişiler için elzemdi. Toplumu ıslah etmek ancak sosyolojinin toplumsal yasalarına uygun hareketle mümkündü"(s.353). Antropoloji yeni bir insan tipinin yaratılmasında tıpkı dilin inşa etme gücü gibi kullanılacak olan bir bilim dalıydı ve bu amaçla Ankara'da Dil-Tarih Coğrafya fakültesinin kurulması tesadüf değildi. Atatürk, Türklere karşı oluşan ön yargıları silmek için bilimsel bulguları ön plana çıkartmayı arzuluyor ve bu amaçla da bilim insanlarını göreve çağırıyordu. H.G.Wells ve Eugene Pittard'ın çalışmaları Atatürk tarafından yakından takip ediliyordu. Hatta Pittard'ın 1924 yılında yayınladığı Irklar ve Tarih çalışması dikkat çekiciydi. "Atatürk'ün kitaplığına ulaşan bu çalışma Anıtkabir Derneği tarafından çıkarılan 24 ciltlik Atatürk'ün Okuduğu Kitaplar dizisinin 22.cildi salt bu kitaba ayrılmıştı. Çankaya nüshasının hemen her satırının altı çizilmişti. Kitaplıkta kayda geçen 3997 kitap arasında bu kapsamda baştan sona okunduğu kanısını uyandıran başka bir kitap yoktu"(s.362). H.G.Wells'in Tarihçiliğin Ana Hatları isimli kitabı da Atatürk'ün tarih anlayışını kökten değiştiren bir çalışmaydı. Wells'in çalışması "onun, Nutuk'ta gönderme yaptığı ve iki sayfa ayırdığı tek yabancı yazardı"(s.363). Atatürk'ün emriyle kitabın çevirisine girişilmiş ve beş cilt olarak yayınlanmıştır. Şevket Aziz Kansu'nun Birinci Türk Tarih Kongresindeki 'Antropolojiyi ve Antik Çağı Canlandıran Devlet Adamı: Kemal Atatürk' başlıklı konuşması son derece önemlidir.
Pittard Atatürk'ün katkılarını şu şekilde belirtmektedir: "bunlardan ilki dil devriminin antropolojik dilbilim bağlamında önemiydi. İkinci bir katkı fizik antropoloji alanında ırk sorununa eğilerek Türk ulusunun tarihi derinliklerinde kökenine yönelişiydi. Üçüncüsü ise Anadolu'nun geçmişiyle ilgili araştırmalara, ülke topraklarının paleotikten günümüze kadar uzanan sürecine tutkuyla eğilişi ve arkeolojiyi Türkiye'de önemli bir araştırma alanına dönüştürmesiydi"(s.369-370).
Kitabın sonuç bölümünde şu cümleler yer alıyor: "son kertede batı kökenli fikir hareketleri Atatürk'ün düşünce dünyasının oluşumunda ve Cumhuriyetin kurucu felsefesinde etkin rol oynadı. 1908-1938 arasındaki 30 yıllık görece kısa zaman diliminde, dünyada çok az ülke Türkiye'de izlenen ölçekte dönüşümlere sahne oldu. Bu süreçte Tanzimat'tan beri Batıdan gelen esintilerin etkisi büyüktü. Aydınlanma 18.yüzyıldan beri tüm dünyada ulusal yapılanmaları tetiklemiş, geleneksel toplumları köklü dönüşümlere uğratmıştı. Atatürk aydınlanmadan yana bir hümanistti. Türkiye'de Atatürk'ün öncülüğünde bu kervana katılacaktı. Rönesans'tan beri gelişen doğa bilimleri, insanı doğada egemen kılma yolunu göstermişti. Gündemde Cumhuriyetin toplumsal dokusunu aklın ve bunun ürünü olan bilimin eleştirisinden geçirerek laik bir insanlık kültürünü inşa etmek vardı. 1923-1938 arası ülke bu doğrultuda Batı normlarında çağdaş bir görünüm kazandı.
Bu yapılanmanın mimarı Atatürk'tü"(s.382).
İzmir'in ve ülkenin kurtuluşunun müjdecisi olan 9 Eylül kutlu olsun.
Zafer Toprak, Atatürk Kurucu Felsefenin Evrimi, İş Bankası Yayınları, Haziran 2020.