Marka değeri lafını son on yıldır futbol federasyonu başkanları ağızlarından hiç ama hiç düşürmediler. Futbolumuzun içinde bulunduğu pozisyonun yarattıkları ve geleceği hakkında konuşmak yerine bir illüzyonun ardından gitmeyi tercih ettiler. Her seferinde ortada olmayan buna karşın varmış gibi davranılan bir yapıyı allayıp pullamayı sürdürdüler. İşin en az federasyon kanadı kadar ilginç olan kısmı ise adına futbol medyası denilen kesimin de aynı minvalde övgüler düzmek suretiyle tüm bu olup bitenlere ortak olmasıydı.
Türkiye’de futbolun yaşadığı dönüşüm sürecini öylesine sakat bir noktadan ele aldık ki, abartılı naklen yayın ihaleleri sonrasında ortaya çıkan gelişmelerle kendi ligimizi Avrupa’nın önde gelen liglerinden birisi olarak konumladık. Futbola akan para miktarı arttıkça bu alandaki sponsorluklar da çoğalmaya başladı ve biz birden bire adeta bir balon gibi şişirilen bir lige sahip olduk. Bu ligin keçiboynuzu tadındaki konumunu, yaratılan tartışmaları, dünya derbisi martavallarını kısacası bizim bize propagandamızı bile görmezden geldik. Çilek transferler ile birlikte ülkemizin medarı iftarı konumundaki süper ligimizde ‘kaliteli yabancılar’ın sayısı arttı buna karşın kaliteli bir futbol izleme şansımız da arttı mı? Maalesef hayır çünkü var olan handikaplarımızın üzerine hiç gitmeden, sıkıntılarımızı hiç ama hiç ortadan kaldırmadan yola devam etme kararı almıştık. Arada bir de şike davası patlayınca işler tamamen arapsaçına döndü ve futbolun siyaset ile olan bağlantısının daha da perçinlendiği bir dönem başladı. Kendi kulübünden alacakları konusunda defalarca haber olmuş bir kişi ‘yumurtayı dik tutmak’ için federasyon başkanı koltuğunun yeni sahibi oldu. Ve o da tıpkı eski seleflerinin yapmış olduğu gibi sihirli sözcüğü ağzından hiç ama hiç düşürmedi: Marka değeri.
Memleketi futbol tarlasına çevirecekleri iddiası ile göreve gelenlerin çok kısa süreler zarfında önce yabancı sayısını azalttıklarına ardından da serbest bıraktıklarına şahit olduk. Neden böyle yapıldığı konusunda hala bilgi sahibi değiliz zaten olmamız da pek mümkün gözükmüyor çünkü bunun takibini yapabilecek olan bir futbol medyamız yok! Bir diğer bilmediğimiz husus 80 milyonluk ülkenin neden hala Almanya futbolunun alt yapılarında yetişen Türklere muhtaç olduğumuz meselesidir. Orada yetiştirilen gençlerimizi kendi formamıza kapmak için uğraştığımız kadar kendi ülkemizin çocuklarını yetiştirmek için çaba sarf etmiyoruz. Ama tabii ki şekille uğraşmaya gerek yok, tepedekilerin yapacakları açıklamalar kafidir ve futbolun en üstündekiler her şeyin en iyisini bilirler. Hatta çok iyi bildikleri için de zirvenin dibini bile en iyi onlar yaparlar! Örneğin geçen yılki Avrupa şampiyonasındaki prim tartışmaları sonrasında ne olduğunu da hala bilmiyoruz. Çünkü prim meselesi ile ilgili olarak bize verilen bilgi, sponsorların bu paraları verdikleri yönünde. Tabii dünya şampiyonu Almanya’nın ya da Avrupa şampiyonu olan Portekiz’in marka değeri bizden çok daha aşağıda olduğu için onların sponsorları bu kadar astronomik paralar veremiyorlar ki bu takımlar şampiyon olmalarına karşın bizim milli takımlarımızdan daha az para pardon prim alıyorlar!
Marka değeri lafının arkasına sığınanlar son iki yıl içerisinde gözle görülür bir biçimde tribünlerde yaşanan seyirci kaybı hususunda her nedense hiç topa girmemeyi tercih ediyorlar. Ya da girmek zorunda kalırlarsa ‘istemediğimiz seyirci gelmiyor’ lafının arkasına sığınıyorlar. Halbuki asıl görevlerinin her türlü seyircinin oraya getirilmesi olduğunu ve asıl meselenin orada sıkıntı yaratanların da can güvenliklerinin korunması şeklinde gerçekleşmesi gerektiğini söyleyemiyorlar. Yasal düzenlemelerin ardına sığınıp hala tribün kapatmayı ve seyircisiz maç oynatmayı maharet sayıyorlar. Türkiye’de futbol çok ciddi bir şekilde kan kaybediyor ve bunun arkasında yatan en büyük etmen futbol federasyonunun ve kulüpler birliğinin olup bitenler konusunda hiç ama hiçbir şekilde samimi davranmamalarıdır. Hiçbir taraftar futbol federasyonunun adaletli bir kurum olduğuna ve bütün takımlara eşit bir şekilde davrandığına inanmıyor. Adaletin olmadığı yerde şiddet eksik olmaz ve taraftarları tribünlere çekemezsiniz. Bütün bunların sonucunda ise çok sevdiğiniz marka değeri her geçen yıl biraz daha erimeye başlar. Sakın ola ki abartılı naklen yayın ihalesi bedelleri sizi kandırmasın, tribünlerde bambaşka bir maçın oynandığı gerçeği ayan beyan ortada. Fenerbahçe ile Trabzonspor arasında oynanan müsabakada bile tribünler bomboş ve sadece 8 bin 636 kişi karşılaşmayı izlemişse durum çok ama çok ciddidir.
Öylesine plansız ve alakasız bir lig yapılanması izliyoruz ki ligin bitiminin ardından milli maç var. Ligin en tepesinde ve düşme potasındaki mücadele içinde yer alan takımların karşılaşmaları aynı gün aynı saatte başlatılmıyor. Takımlara verilen cezalar, uygulamalar kısacası futbola dair her türlü yaklaşım soru işaretlerini arttırmaya yarıyor. Beşiktaş kulübü şampiyonluğu garanti olmadan Gaziantep deplasmanında 27 bin bilet alabiliyor ve bu yaklaşım ilerde oluşabilecek problemlerin önünü ardına kadar açıyor. Bir diğer güncel tartışma konumuz sayın cumhurbaşkanımız stadyumların önündeki Arena ifadelerinin kaldırılması konusunda talimat verdiğini söylüyor. Ardından Galatasaray kulübü bu kelimeyi kaldırdığını açıklıyor ve arkadan Futbol federasyonumuz üç takımın stadyumundaki Arena kelimelerini kaldırdığını beyan ediyor. Peki bu isimler verilirken aklınız neredeydi ey federasyon yetkilileri, size bağlı olan birimlerin verdikleri bu isimleri o zaman neden kabul ettiniz? Bir başka deyişle neden her defasında marka değerini küçültecek uygulamaların içinde yer alıyorsunuz da önüne geçemiyorsunuz?
Dünyada futbol hızla değişiyor ve değişen yapılara ayak uydurabilmek amacıyla organizasyon şemaları da küçülme ve işlevsel birimler haline getiriliyorlar. Türkiye’de futbol federasyonun her şeyden önce nasıl bir futbol zihniyetine sahip olduğu meselesi üzerinde durması ve bu doğrultuda küçülmesi gerekiyor. Markayı parlatmak ve büyütmek istiyorsanız daha adaletli olmakla işe başlamak durumundasınız. Kısır çekişmelerin damga vurduğu bir futbol iklimi, sağlıklı bir futbol ortamının oluşmasına müsaade etmez. Kişiler kurumların önüne geçmeye ve çirkinlikler, güzellikleri gölgelemeye başlar. Bu ülkede futbolu, futbolseverlerin tutkusu olarak yeniden hayata sokamadığınız sürece istediğiniz kadar marka lafları edin fark etmez. Sorun ne tek başına pasolig ne yasal düzenlemeler ne de futbol medyasının halidir. Çok daha derinlerde yatan bir problemi önce konuşmak ardından da çözmek durumundayız. Bunun için ise futbolun bütün paydaşlarını bir araya getirebilecek bir yapıyı oluşturmak zorundayız. Sadece takımların, kulüplerin, yöneticilerin veyahut para verenlerin, siyasal omuz verenlerin değil futbola gönül veren her kesimin içinde yer alacağı bir yapı. Eğer bunu gerçekleştiremezsek futbolun ilerleyen safhalarda yaşayacağı problemleri aşabilmesinin çok ama çok zor olacağını şimdiden söylemeliyim. Gemi su almaya devam ediyor ve bu ülkenin insanlarının tek eğlence kaynağı olan futbol, federasyonun deyimiyle marka değeri hızla eriyor. Eğer böyle giderse futbol oynayan çocukların sırtındaki formalarda Ronaldo ve Messi dışında isim görmemeye başlayacağız. Bir sonraki aşama ise yurt dışındaki takımların karşılaşmalarının takip edilmesi ve taraftarlığı olacaktır. Bütün bu süreç futbol medyasını da küçültecek etkilerde bulunacak ve gazeteler, televizyonlar kendi futbol markalarını daha az konuşur hale dönüşeceklerdir.