Müziği ezgilerinden, bestesine oradan da ritimlerine kadar sürüp giden uyumlu bir bütün olarak tanımlayabilmenin yanı sıra kültürün sözlere ve seslere dökülmüş hali olarak da nitelendirebiliriz. İçerisinde hem evrensel kültürün hem de yerel kültürün unsurlarını barındırabildiğinden dolayı etkisi sınırlar ötesine taşabilen bir alandan söz ediyoruz. Anlamını bilmediğiniz bir dilde söylenen bir şarkının ritminden, söyleyenin tarzına kadar pek çok şekilde kalbinize nakşedebildiği hissini, yaşatabilecek çok fazla seçenek yoktur bu dünyada. Bu yüzden de müzik son derece özgül bir alan olarak, yüz yıllar boyunca kuşaktan kuşağa aktarıla gelen geleneğin de bir parçasıdır aynı zamanda. Halkın kültürü olarak yaşadıklarının yansımaları olarak dile getirilen, çalınan ve söylenendir. Kapitalizm öncesi dönemdeki durumu ile sonrasındaki durumu arasında da önemli farklılaşmalar yaşamış ve yirminci yüzyılda bambaşka bir görünüme bürünmüştür. Folk kültürden Kitle kültürüne doğru yaşanan değişim ve burada olup bitenler konusunda çok fazla söz söylenebilir. Kapitalist üretim biçiminin toplumsal hayat üzerinde yarattığı etkiler gibi müzik üzerinde de büyük etkiler de bulunduğunu ve bütün bildiklerimizi tersine çevirdiğini söyleyerek başlayabiliriz mesela.
Bu yazıdaki amacım ise ülkemizin toplumsal tarihine paralel olarak ilerleyen ve yaşanan gelişmelerden doğrudan etkilenen bir alan olan müziğin, son dönemde farklı bir pozisyona bürünmüş olduğu üzerinde durmaktır. Cumhuriyeti kuran kadronun klasik batı müziği üzerindeki hassasiyetini ve klasik Türk musikisine yönelik yaklaşımları sonrasında halkın Arap müziği ile olan buluşması son derece ilginçtir. 1950’li yıllar bir taraftan ülkemizin çok partili demokratik hayat ile birlikte kapitalistleşme sürecinin ortaya çıktığı öte yandan ise köyden kente göç olgusunun kendisini hissettirmeye başladığı dönemdir. Bu dönemin hemen başında etkisi çok uzun yıllar sürecek olan Zeki Müren fenomeni ile tanıştık. Bir yılbaşı gecesi radyoları başında ilk kez işittikleri ses ile kendilerinden geçen kitle, radyonun telefonlarını kilitlemişti. Türk sanat musikisinin en özgün ismi olarak yaşadığı sürece adından söz ettirmeyi bilecek olan Zeki Müren ile birlikte sahne tasarımından, kıyafetlere, gazino adabına kadar pek çok alan baştanbaşa değişecekti. Kendisinden önce de klasik Türk musikisinin önemli sesleri olmuştu ancak hiçbirisi onun kadar hem sesiyle hem yapıp ettikleriyle tüm ülkeye damgasını vurmayı başaramamıştı.
Büyük kentlerdeki apartman furyası ile değişen kent siluetinin yanı sıra dönemin Yeşilçam filmlerinde ve ardından gelecek olan bütün gençlerin yer aldığı filmlerde göreceğimiz yabancı müzik eşliğinde çılgınca dans eden karakterler ve bunun karşısında çoğu zaman filmin esas oğlanının söylediği şarkılar. Müziğin teknoloji ile buluşmasında filmlerin etkili olduğu ve uzun yıllar boyunca da sürdürülecek olan ünlü şarkılara film yapma geleneği yine bu dönemin armağanıdır. 1950 ve 1960’lı yıllarda yaşadığımız dönüşüm sürecinde müzik piyasasında ön planda hep Zeki Müren’i görürüz. Buna karşın yabancı şarkılara Türkçe sözler yazarak başlanılan aranjmanlar ile birlikte Hafif pop müziği ve ardından Anadolu’nun aşık geleneği ile hemhal olan rock müziğin birleşmesiyle ortaya çıkan Anadolu Rock temsilcileri adlarından çok söz ettireceklerdir. Ve tabii ki gecekondu ile birlikte dolmuşların hayatımıza girmesi sonrasında Arabesk olarak adlandırılan ve etkisinden çok daha fazla tartışmaları ile hissedilen müzikle birlikte onun temsilcileri olarak başta Orhan Gencebay’ı görmeye başlarız.
Kente gelen milyonların kendilerini anlattıklarını düşündükleri müziğin adıdır arabesk ve bizimkisi gibi hayatın her an gidip gelmeler içerisinde yoğrulduğu bir ülkede, olup bitenleri anlatmada bir hayli mahir bir türdür. Türkü formatından başlayarak pop müziğe oradan arabesk ve klasik musikiye kadar sürdürülen yolculuk içerisinde müzik her daim gündelik hayatın bir yansıma kanalı olarak işlev görmüştür. Burada ister plak, ister kaset isterse de sinema üzerinden olsun, bu yolculuk milyonlarca insanımızın umutlarını, umutsuzluklarını, aşklarını, kavuşamama öykülerini anlatmaya yardımcı olmuştur. Radyo ile başlayan ardından televizyon ile sürdürülen ilişki içerisinde müzik, olmazsa olmaz bir alan olma vasfını hiç ama hiç kaybetmemiştir. Bunu farkında olan yapımcılar da, önce filmlerde ardından dizilerde daima müziği vurucu öğe olarak kullanma yoluna gitmişlerdir. TRT geleneği içerisinde uzun yıllar sadece yılbaşlarında görebildiğimiz çeşitlilik daha sonra özel televizyonlarla birlikte yapılan program formatlarında sürdürülmüştür. Şimdilerde hasret kaldığımız müzikli eğlence programları hafta sonlarının vazgeçilmezlerindendiler. Özel televizyonlar bu noktayı çok iyi yakalamak suretiyle popüler isimlere programlar yaptırarak ratingleri kendilerine çekmesini bildiler. Bu konuda belki de en fazla ses getiren isim 1980’li yılların yansıtıcısı olan İbrahim Tatlıses’tir. Şarkıların, oryantalin ve magazinel konuşmaların hiç eksik olmadığı program, sürekli olarak okunması üzerine kuruluydu.
1980’lerin taverna ve şantözlerinin yanı sıra çocuk şarkıcılarla birlikte muhalif sesleri de hayatımıza soktuğunu da not etmeliyiz. 1990’ların ortasından itibaren ise sadece müzik yayınlarının yapıldığı kanalların dolaşıma girmesi ile birlikte şarkılar artık kliplerle anılmaya başlanacaktır. Kasetlerin yerini CD’lere bırakmaya başladığı ve maliyetlerin giderek daha da arttığı bir dönemle birlikte yeni güçlü sesleri ve iz bırakan yeni isimleri daha az görmeye başladık. Buna karşın teknolojinin nimetlerinden yararlanan ve kulağa değil göze hitap etme kapasitesi ile piyasaya hızla giriş yapanlar ise çoğaldılar. Hiç şüphesiz burada da televizyon ve klip endüstrisi önemli bir işlevi yerine getirdi. Ülkemizin ekonomik, siyasal ve kültürel hayatta yaşadığı dönüşüm süreci müzik piyasasını da yakından etkiledi. İçinde bulunduğumuz dönemde çok az sayıda, ses getiren ve geniş kitleler tarafından benimsenen şarkıyla karşılaşır olduk. Magazin boyutunun her geçen gün daha fazla ön plana çekildiği buna karşın aynı kişilerin, aynı seslerin ağırlığını sürdürdüğü bir piyasa ile karşı karşıyayız.
Halbuki şöyle kısa bir müzikal yolculuk yaptığımız vakit sadece müzik ile karşılaşmadığımızı aynı zamanda içinde yaşadığımız ülkenin toplumsal tarihinde olup bitenlere de temas ettiğinizi görebilirsiniz. Bu açıdan müzik son derece işlevsel bir alan olma vasfına sahiptir. İçinden geçtiğimiz dönemde büyük kentlerimizin kaldırımlarını süsleyen bütün grupların, şarkıcıların adeta kararlaştırılmış gibi eski şarkıları söylemeleri tesadüf değildir. Öte yandan televizyon ekranlarından, radyo programlarına kadar pek çok alanda geçmişi hatırlatan şarkılara artık daha fazla yer veriliyor. Arabesk müzikten pop müziğe oradan klasik musikiye ve türkülerimize kadar yeni isimleri değil geçmişimizden bugüne getirdiklerimizi konuşmayı sürdürüyoruz. Zeki Müren, Müzeyyen Senar, Barış Manço, Cem Karaca, Ahmet Kaya, Müslüm Gürses, Fikret Kızılok, Neşet Ertaş bir solukta sayabildiğim isimlerden sadece birkaç tanesi.
Geçmiş ile olan bağlantımızı müzik üzerinden sürdürmek anlamlı olabilir buna karşın içinde yaşadığımız anın yansıtılması için de müziğe ihtiyacımız var. Tıpkı şiire ihtiyacımız olduğu gibi. Müziğin kendisini yenilememesinin arkasında ne gibi toplumsal, politik, ekonomik veyahut kültürel etmenler olduğu üzerinde kafa yormak durumundayız. Çünkü müziği kuşaklar boyunca aktaramadığımız takdirde kültürel açıdan da büyük kayıpları beraberinde yaşayabileceğimiz gerçeğini bilmek zorundayız. Kendi dilimizi, kültürümüzü ve onun yansıması olan müziğimiz kan kaybederse bu sadece müzikal anlamda bir yitim olmayacaktır!