“Dere geçilirken at değiştirilmez” diye bildiğimiz çok meşhur bir sözümüz vardır ve her ne hikmetse bunu söyleyen bir milletin evlatlarının sürekli olarak tam tersini yapma gibi bir durumu söz konusu. Hele ki üzerinde durulan alan eğitim gibi sadece içinde bulunulan dönemi değil ondan çok daha fazlasını etkileyebilecek bir etkiye sahip ise üzerinde bir değil bin kere düşünmek gerekmektedir. Fakat yaşadıklarımıza bakacak olursak düşünme konusundan giderek uzaklaştığımızı ve günübirlik icraatlar sonrasında sürekli olarak eğitim alanında savrulmakta olduğumuzu görürüz. Tamam eğitim konusu bu ülkenin her dönem en çok tartışılan konularından bir tanesi olagelmiştir ve pek çok değişiklik sonrası her kuşak bir önceki kuşağın yaşadıklarından daha farklı bir eğitim çizgisi içerisinde ilerlemek durumunda bırakılmıştır. Ancak yine de eğitim nosyonu dediğimiz bir anlayışın ve bu anlayışıyla birlikte üretilen var olan sisteme duyulan güvenin ortaya çıkmasında son elli yıldır ama öyle ama böyle sürdürülen bir üniversiteye giriş sisteminin olduğu gerçeği, hâlâ elimizde duruyordu. Eğitim olgusu her ne kadar bu ülkede beklentilerin tersine çıktığı alanın adıymış gibi görünse bile eğitime ve eğitimli olmaya dönük bir anlayış varlığını sürdürmekteydi.
Aslında son yıllarda önce liselerin bir gecede bir örnekleştirilmesi ile başlayan ve ardından üniversite dediğimiz evrensellik temelli yapının yerel aidiyetler ile örülmesi ile sürdürülen bakış açısı sonrasında hem okulun hem de eğitimin değeri yavaş yavaş azaltıldı. Son dönemde giderek artan liyakat tartışmalarının bu ülkede yeni ortaya çıkmadığını bir kez daha hatırlatmak isterim. Fakat bu tartışmalar sonrasında içinden geçilen uygulamalarda sürekli hale dönüştürülen yap bozlarla birlikte eğitim anlamında müthiş bir boşluk duygusu oluşturulmuş oldu. Ne yazık ki bu durumu son on, on beş yıldır her ders yılında gelen öğrenci profilindeki müthiş düşüş ile üniversitede derslerimde fazlasıyla karşılaştım. Tabii bu olup bitenler konusunda tek bir suçlunun olmadığını ve bütün bir toplumun yaşananlardaki dahlini göz ardı etmememiz gerektiğini unutmamalıyız. Sadece düzenlemeleri yapanlar değil bu düzenlemelerin ortaya çıkmasına göz yumanların ve bu yeni gelen dalganın yaratacağı etkileri bilip de hiç ama hiç seslerini çıkartmayanların da büyük bir katkısı olduğunu göz ardı etmemeliyiz.
Bin yıl sürecek denilen 28 Şubat süreciyle birlikte başlatılan eğitim alanındaki ideolojik dayatmaların yirmi beş yılsonunda gelip dayandığı noktanın tam tersinden benzer şekilde eğitimin kalitesini, geleceğini ve fırsat eşitliği ilkesini yok edecek bir konuma doğru gitmesi de herhalde bizim trajedimiz olsa gerek! Yirmi beş yıl önce toplum mühendisliğine soyunanlar, istemediklerinin önünü kesme adına katsayı uygulaması ile çıkıyorlardı ve yaptıkları ile fırsat eşitsizliğini çoğaltıyorlardı. Şimdi ise taban puan barajının kaldırılması ile eşitsizlik bir başka düzeyde meşrulaştırılmış olacak gibi gözüküyor. Parası olanın okuyabilme şansının önü açılırken üniversite kavramının içi alabildiğine boşaltılmış oluyor. Eğitimin önemi ve meslek sahibi olma konusundaki etkilerine duyulan inanç ise neredeyse sıfırlanıyor. Sosyologların toplumsal bir elek olarak adlandırdıkları eğitim olgusu içinden geçmekte olduğumuz pandemi süreciyle birlikte müthiş bir dönüşüm yaşarken ülke olarak bizim tam aksi bir yönde hareket ediyor olmamızın etkilerini önümüzdeki on, on beş yıl içerisinde çok daha ağır bir şekilde hissedeceğiz!
Öncelikle bu kararın arkasındaki saiklerin ortaya çıkmasının son iki-üç yıl içerisinde üniversitelerin pek çok branşında yaşanan sıfır çekme durumunun olduğu gerçeğini tekrar hatırlamalıyız. Zaten bu yüzden üniversite sonuçlarının açıklanmasının ardından birdenbire ikinci ve üçüncü tercihlerin yapılabilmesi gibi bir durumun neden ortaya atıldığını belki şimdi daha iyi anlıyoruz. Gerek devlet üniversitelerinde gerekse vakıf üniversitelerindeki kontenjanlar tüm yapıp edilenlere karşın dolmuyorlar! Yani artık üniversiteye başvuracak olan gençlerin tercihlerini belirleyen etmenler sadece üniversite mezunu olma durumu olmaktan çıkmış vaziyette. Bu noktada öğrenciler tercihleri konusunda belli başlı kentleri ve o kentlerdeki üniversiteleri seçme gibi bir eğilim içerisine girmeye başladılar bile. Yani bir başka ifadeyle ülkemizin yüksek öğreniminde bütün yapıp etmelere karşın açılan üniversitelerin bir kısmı daha başından öğrenciler tarafından tercih edilmemeye başlanmış durumda. İkinci olarak başlayanlar içerisinde bir kısmın belirli bir süre sonra özellikle istihdam olanağı düşük olan bölümleri bırakmakta olduğu gerçeğini de eklemeliyiz ki bu konuda 2019 yılı verilerindeki rakam 408 bin kişiydi. Bir üçüncü husus ise üniversiteli işsiz oranının her geçen yıl biraz daha artmasıdır. Geçtiğimiz yıl Temmuz ayında açıklanan Türkiye’de Genç İstihdamı raporuna⃰ göre üniversite mezunu her 10 gençten 4’ünün işsiz olduğu görülmekte. Üniversiteli işsizliği bütün alanlarda okuyan öğrencilerin neredeyse ortak kaygısı gibi kendisini hissettirmekte. Bu duruma bir de ekonomik anlamda yaşanan gelişmeleri ve sıkıntıları da eklediğiniz de durum daha karmaşık bir görünüme bürünmektedir.
Alının karar sonrasında belirli bazı branşlardaki (Tıp, Diş Hekimliği, Eczacılık, Hukuk, Mimarlık, Mühendislik ve Öğretmenlik) en düşük başarı sırası koşulu uygulaması sürdürülecek olup bunun dışında kalan bütün branşlarda taban puanı söz konusu olmayacak! Yani bundan sonra üniversitelere gelen öğrenci kalitesi daha da aşağı çekilmiş olacaktır. Peki bu durum eğitim anlamında yaşadığımız sorunların çözümüne mi yoksa daha çözümsüz bir hale doğru gitmesine mi yol açacaktır? İşte asıl mesele burada düğümlenmektedir ki bu yeni uygulama sonrasında hem üniversiteler arasındaki uçurum daha da fazlalaşacaktır hem de üniversite mezunlarının arasında da bir uçurum oluşacaktır. Öyle söylendiği gibi eşitliğin daha da artacağı ve daha çok gencimizin üniversite mezunu olması gibi bir durum ise yıllar içerisinde tam aksi bir görünüme bürünecektir. Yani var olan reel gerçeklik tıpkı son yıllarda yaşamakta olduğumuz süreçte olduğu gibi bundan sonra da üniversite konusundaki beklentilerin daha da azalması ile sonuçlanacaktır. Dünyanın hiçbir ülkesinde eğitim sürecine başlayan öğrenci kitlesinin tamamının üniversite mezunu olması gibi bir anlayış söz konusu değildir! Oysa yıllar içerisinde gerek işsizliğin ötelenmesi gerekse farklı gerekçeler ön plana geçirilmek suretiyle bu ülkede hem üniversite sayısı hem de üniversite de okuyan öğrenci sayısı adım adım arttırılmıştır. Gelmiş olduğumuz noktada yaşanan gelişmeler üniversite kurumuna duyulmakta olan güven ve beklentinin giderek azalmış olmasıdır. Söz konusu kararın uygulanmaya konulması sonrasında ise üniversite kurumu bir kez daha sarsıntıya uğrayacak ve nitelik ile nicelik arasındaki ikilem içerisinde nitelik adım adım gözlerden uzaklaşmak durumunda kalacaktır.
Eğitim anlamında böylesi bir aşamaya gelmiş olmak son derece acı verici ve geleceğin belirsizliğini ortaya koyması açısından da ibretlik bir görünüm sergilemekte. Geçen yıl üniversite sınavında veliler arasında kulak misafiri olduğum şu konuşmanın gerçek olmasına sadece bir adım kaldı, orada çocuğunu bekleyen bir anne, çocuklarımızı nasıl ilkokula, ortaokul ve liseye gönderiyorsak üniversiteye de öyle göndermeliyiz, sınavla uğraşmamalılar diyordu. Adım adım bu duruma doğru yol alıyoruz, alınan kararın sosyal medyadaki yansımaları konusunda en çok dikkat çeken paylaşımlardan bir tanesi sevgili hocam Prof. Dr. Nilgün Çelebi’ye aitti: “Sanırım yakında şöyle bir duyuru da yapılabilir: Siz katılım ücretini ödeyin ve sınava girin, biz sizi neredeki hangi programa/bölüme yerleştirdiğimizi size e-posta ile bildiririz”. Bundan sonra üniversite ve üniversite sonrasında olacaklar hususunda çok daha fazla kafa yormamız gereken bir döneme doğru yol alıyoruz. Lisans eğitim düzeyinde yaşanacak olan bu dalgalanmanın ilk meyveleri bir adım sonrasında yüksek lisans düzeyinde ve ardından doktora düzeyinde de karşılık bulacaktır. Sonrasını ise hep birlikte yaşayıp göreceğiz, bakalım daha neler göreceğiz!!!