Geçtiğimiz günlerde Demirören medya grubu tarafından televizyonları izlemenin bir ücreti olmalı önerisi ortaya atıldı. TRT’nin yayın hayatına başlamasının üzerinden yarım asırlık bir zaman dilimi geçti ve bu süre içerisinde önce yayın saati uzadı ardından 1986 yılında iki kanallı bir ülke olduk. Magic Box(Star 1) uydu üzerinden 1987 yılında yayın hayatına başladı ve 1990’lı yıllarla birlikte Tele on, Show TV ve daha yüzlercesi yayın hayatının içerisindeki yerlerini aldılar. Uzun yıllar boyunca TRT geleneği ile yoğrulan insanlarımız açısından özel televizyonlar bambaşka bir boyutun başlamasına ve o zamana dek alışkın olmadıkları yayın anlayışının kapılarının açılmasına yol açtı.
Tek kanaldan çok kanala geçiş evresini ülkemizin içerisinden geçtiği siyasal, ekonomik ve toplumsal dönüşümlerden ayrı düşünmek ve bu doğrultuda yorumlarda bulunmak, olan biteni eksik yorumlamamıza neden olacaktır. Bu açıdan Türkiye’nin basından medyaya geçişi aynı zamanda toplumsal hayatında yaşadığı büyük dönüşümün etkilerini ve bir o kadar da açmazlarını barındırmasıdır. Basın yayın dünyasındaki ideolojik ve kültürel sıkıntılar, medya sonrasında bu kez katlanarak ve daha da içerisinden çıkılamaz bir pozisyon alarak, etkilerini göstermeyi başaracaktır.
TRT’nin yasaklarının hızla çiğnendiği buna karşın çok farklı açılardan yapılan yayınlarla birlikte çeşitliliğin özgürlük yanılsaması yarattığı bir dönemin içerisinden geçirildik. Bu süreç içerisinde 1980 sonrasının ana yemeği görünümünde olmaktan hiç vazgeçilmeyen futbola, başköşede yer verildi/hatta hala verilmeye devam ediliyor. Ardından bir dönemin vazgeçilmezi olan tartışma programları ekranlarda yer buldular. Başta Mehmet Ali Birand ve Ali Kırca olmak üzere hazırlanan programların gece yarılarına kadar süren tartışmalarını soluksuz bir biçimde izleyen müdavimleri oluşmuştu.
Değişen Türkiye ile birlikte değişen mahalle ve komşuluk ilişkilerini hayallerimizde yaşatan diziler aracılığı ile ekranlar şenlendi. Bu arada her dönemin kendi içerisinde farklı konseptleri içerisinde diziler yarattığını ve bunun üzerinden çok büyük bir dizi pazarının oluştuğu gerçeğinin de altını çizmek durumundayız. Aslında bu pazarın geçmişin sinema filmleri gibi işletilmesi ise beraberinde sürekli olarak aynı konular etrafında dönüp duran ve başlayıp bitmesi bir olan dizileri de hayatımızın içerisine sokmuş oldu. Oyunculuk yeteneğinden çok güzel kızlar ve yakışıklı erkeklerin öne çıkartıldığı ve asıl zenginliğin pazarlandığı bambaşka bir dönemin içerisine hep birlikte sokulduk.
Hayatımız kameralarla daha fazla çevrildikçe daha fazla dikizlemeye ve daha fazla didiklemeye başlayan bir magazin anlayışının da ekranlarda daha çok yer bulduğu bir yayıncılık anlayışı ilgi çekmeye başladı. Kim, kiminle, nerede, ne zaman, ne yaptı soruları ile birlikte çoğu kez hayatlarımızla hiçbir ilgisi olmayacak olan insanları, bambaşka statülere ve olmayacak noktalara taşımanın da önü bu sayede açılıverdi. İşte bu noktada biri bizi gözetliyor ile başlayan ve ardı ardına benzer formatlar ile adeta tüm ülkenin birbirini dikizlediği hayatlar üzerinden pompalanmaya başlanan bir anlayış ile medya bir kez daha hayatlarımızı, mahremiyet duygumuzu ve belki de hepsinden önemlisi utanma duygumuzu yerle bir ediverdi.
Usul usul buna karşın sistematik bir biçimde hayatlarımızın her alanında kendimize yabancı olan buna karşın sanki olması buymuş gereken hayatlar önümüze konuldu. Tüketerek, seyrederek, dinleyerek ve her şeyden önemlisi konuşarak bu yapının içerisine çekildik. Daha çok seyretmenin daha çok bizi özgürleştireceği yanılsaması ile aile hayatlarımızdan kişisel mahremiyetimize kadar pek çok alanda kazandığımızı zannederek kaybettiklerimizi görmekten uzaklaştık. Tükettiğimiz kadar var olacağımızı bize fısıldayan reklamlarla, dizilerle, şöhretlerle bambaşka bir dünyaya adım attığımızı zannederken aslında kendi dünyalarımızın sınırlarını ne kadar korumasız bıraktığımızı öngöremedik.
İşte bugün geldiğimiz noktada bir dönem en çok kullandığımız boş zamanlarımda televizyon seyrederim söyleminin içerisinin de artık paralı hale getirilmesi meselesi ile karşı karşıya bırakılmış bulunuyoruz. Aslında 1990’lar içerisinde izle-öde sistemi ile bu yapının içerisine özellikle futbol maçlarının naklen yayını sebebi ile dahil olan ve bunu halen sürdüren bir kitlenin olduğunu hatırlatmalıyım. Hatta bu naklen yayınlar el değiştirdiğinde söz konusu yayıncı kuruluşların yayın hayatlarını sürdüremediğini Cine 5 ve Tele on örnekleri bize net biçimde gösterdiler. Şu an istenen ise bu yayın platformlarının dışında ulusal kanal ağından yayında bulunan televizyonların da ücretli hale dönüştürülmesi durumudur.
Görsel medyanın içine düştüğü açmaz tıpkı yazılı medyanın içinde bulunduğu açmaz gibi gittikçe daha içerisinden çıkılmaz bir durum arz ediyor. Özellikle gençlerin gazete satın almadığı gerçeği ile birlikte gazete alan kitlenin, nüfusumuz artmasına karşın geriliyor olması dikkat çekicidir. Bu noktada birbirinin aynı başlıkları taşıyan gazetelerin ve kullanılan haberlerin ilgi çekmediğini ve haberdar etmediğini rahatlıkla söyleyebilirsiniz. Buna karşın her iki alanda da hedef kitleyi, yayınların içerisine dahil edememe ve giderek daha başarısız olma gibi bir durum söz konusudur.
Televizyonlarda gösterilen dizilerde ve filmlerde verilen aralarda önce bir reklam kuşağı ile başlayan ve zaman içerisinde bir reklam kuşağı araya bir tanıtım ve bir reklam kuşağı diyerek genişletilen bir uygulama ile yirmi ila yirmi beş dakika süren bir boşluk sokulmaya başlandı. Bu ve benzeri uygulamaların farkında olan gençlerin büyük çoğunluğunun dizileri, filmleri daha sonra izlemesi bu açıdan son derece anlaşılabilir bir durum. Yani ortada insanı bıktıran ve o diziyi, o filmi izlediğine izleyeceğine pişman eden bir durum söz konusu. Hatta bunu var olan bu uygulamayı öneren televizyon grubunun da fazlasıyla yapmakta olduğunu söylemeliyim. Saat 20’de başlayan ve televizyonda ilk kez yayınlandığı logosu ile aktardıkları Eyvah Karım isimli Türk filminde verilen ikinci reklam arası 21.45 gibi başladı ve saat 22.15’e geldiğimizde ortada hala film yoktu. Üstelik bir reklam arası daha verildi ve başlar başlamaz tekrar tanıtıma gidildi.
Kanalların kendisi paralı hale geldiğinde ülkemizde bu yayını satın alacaklar çıkar mı? Sorusunun yanıtı olarak kesinlikle çıkmaz gibi bir ifade kullanacak değilim. Buna karşın televizyonun her geçen gün başta sosyal medya olmak üzere kan kaybettiği gerçeğini göz önünde bulundurduğumuzda önümüzdeki süreç içerisinde televizyonların şu an var olan yayıncılık anlayışları ile hayatta kalabilmeleri pek de mümkün gözükmüyor. Benzer durum ülkemizdeki gazeteler için de geçerli, çünkü her geçen yıl gazete alan kesim biraz daha azalıyor.
Yaşamakta olduğumuz gelişmeleri gazetecilik açısından ve bu alanın önemi açısından da değerlendirmek durumundayız. Ülkemizde sayısı her geçen gün artan iletişim fakülteleri ve oralardaki gazetecilik, radyo-televizyon bölümlerini düşündüğümüzde işler giderek daha sıkıntılı bir hal alıyor. Siyasetin yakıcı dolambaçları içerisinde gazetenin, televizyonun ve hepsinden önemlisi haber almanın önemi ve etkisi giderek daha fazla kendisini hissettirmesi gerekirken biz de işler tersine doğru bir eğilim arz ediyor. Gazeteler okunmuyor, televizyonlar izlenmiyor, hayat bu minval üzerinde kendi yolunu bulmaya devam ediyor ve hızla dönüşüyor.