Üniversitelerimiz sıklıkla yayınladıkları kadro ilanlarındaki liyakatsizlik tartışmaları ile gündeme geliyorlar. Aslında bu durum uzun bir süreden beri yaşamakta olduğumuz tartışmaların bir anlamda üniversiteler üzerinden ete kemiğe bürünmesinden başka bir şey değil! Bir başka ifadeyle toplumsal hayatımızın bütün alanlarında yaşanan sıkıntıların, sorunların ve tartışmaların bir anlamda üniversiteler üzerinden temize çekildiğini bile söyleyebiliriz. Bunun birden çok sebebi olduğunu belirtmekle söze başlayabiliriz ve ilk olarak mikro anlamda iktidarın dağıtımı açısından kadro ilanlarının bulunmaz bir fırsat alanı yarattığı gerçeği üzerinde durabiliriz.
Yeni YÖK olarak adlandırılan düzenlemenin yıllar içerisinde bazı olumlu dönüşümlerin yaşanmasına katkıda bulunduğu gerçeğini belirtmeliyiz. Fakat yaklaşık kırk yıllık kurumsal anlayışın özellikle merkeziyetçilik üzerinden tek tipleştirme etkisini azaltamadığını hatta içinden geçmekte olduğumuz sürecin de etkisiyle daha da arttırdığını görmekteyiz. Bu ise en başta rektörlük makamının pozisyonunu ve üniversite içerisindeki etkisini müthiş bir şekilde güçlendirdi. Bunun sonucunda ise kadroların kullanımı meselesi daha da büyük bir sorun yumağı haline dönüştü. Adı seçim kendisi sadece oy kullanma üzerinde şekillenmesine karşın rektör adaylarının seçilebilmesi için birtakım vaatlerde bulunması sonucunu getiriyordu. Sistemin değiştirilmesi sonrasında merkezin etkisi artarken kadro bekleyen öğretim üyelerinin bekleme süreleri de giderek uzamaya başladı. Şu anda tüm ülkede üniversitelerde özellikle de köklü, eski üniversitelerin neredeyse tamamında öğretim üyesi kadrolarında müthiş bir kadro sıkıntısı yaşanıyor.
Üniversiteler yıllar içerisinde oluşan bu kadro meselesini çözebilmek için getirilen kriterler konusuna neredeyse dört elle sarıldılar. Fakat aradan geçen yıllar sorunu çözmek şöyle dursun tam tersine daha da kangren haline dönüştürdü. Ve liyakat tartışmaları içerisinde mesele içerisinden daha da çıkılamaz bir hale büründü. Bir zamanlar bölüm başkanlarının, ana bilim dalı başkanlıklarının umdesinde olan kadro tahsisleri, yıllar içerisinde el değiştirdi ve bugün her şey rektörlerin elinde. Fakat burada geldiğimiz noktayı daha iyi anlayabilmek adına sorunun sadece bugün ortaya çıkmadığını, geçmişte de farklı düzeylerde insan unsuru nedeniyle hissedildiği gerçeğini de belirtmek durumundayız. Örneğin bölümün elinde bulunan bir profesörlük kadrosunu henüz doktorasını yapmakta olan araştırma görevlisi için saklayan ve fakülte içerisinde kullanılmasına izin vermeyen yüzlerce bölüm başkanı gördü bu ülke. Eğer bugün üniversitelerde kadro sorunu yakıcı bir hâl almışsa ne kadar kabul etmeseler de bu ve benzeri hareketleri yapmak suretiyle sadece kendilerini düşünen söz konusu bilim insanlarının da büyük etkisi olduğu gerçeğini de unutmamalıyız.
Aradan geçen zaman üniversitelerimizin sayısının artmasına ve orada çalışmakta olan akademik personelin de çoğalmasına yol açtı. Diğer devlet kurumlarının aksine üniversitelerde akademik anlamda yükselmelerinizin kadro yükselmeleriyle birlikte yürümemesi neticesinde bekleme süresi artmaya başladı. Burada yıllar içerisinde üniversitelerin genellikle tıp kökenli rektörler tarafından yönetilmelerinin ve onların kadro dağıtımında genellikle sağlık bilimleri alanlarına tanıdıkları öncülüğün de büyük etkisi oldu. Belki de yıllar önce gündeme getirilen fakat bir türlü hayata geçirilemeyen üniversitelerimizin farklı alanlar çerçevesinde bölünmek suretiyle alanlar üzerinden yapılanmaları, durumun çok daha başka bir şekilde gelişmesine yol açabilirdi. Yenilenen YÖK ile birlikte son yıllarda ortaya atılan araştırma üniversiteleri ve buna aday üniversite tanımlamaları ise özellikle aday olan üniversitelerde kadro bekleyenlerin işlerini daha da zora soktu. Çünkü burada rektörler daha fazla puan ve atıf çerçevesinde olaya bakmak suretiyle kadro dağıtımlarında da bunu daha fazla sağlayan alanlara öncelik vermeye başladılar. Bu yaklaşım ise süresi geldiği halde profesör olamayan doçentleri, doçent olduğu halde halen doktor öğretim üyesi olarak üç yılda bir görev uzatma dosyası vermek zorunda kalan öğretim üyelerinin oluşmasına yol açtı. Hatta burada halen doktor araştırma görevlisi olarak görev yapan fakat doçent unvanını kazanan öğretim üyeleri gibi bir grup bile oluştu. Bilmeyenler için bu durum bir anlamda şunu ifade ediyor; siz üniversiteler arası kurulun istediği şartları yerine getirmek suretiyle doçent unvanını alıyorsunuz ve gündelik hayatınızda bunu kullanabiliyorsunuz ancak özlük haklarınız açısından başta maaş olmak üzere araştırma görevlisi olarak görevinizi sürdürüyorsunuz. Bu durumun yaratacağı psikolojik etkiyi ve travmayı YÖK'ün bir an önce çözmesi gerekiyor. Doçent kabul ettiğiniz bu kişilerin tek başlarına ders verebilmeleri bile mümkün değil! Yani kağıt üzerinde üniversite hiyerarşisinde ikinci sıradasınız fakat bu unvana sahip olmanıza karşın kadroya atanamadığınız için kendi adınıza ders bile veremiyorsunuz!
Üniversite uzun birikimin ve çalışmanın sonucunda oluşan bir geleneğin ürünüdür. Öğretim üyeleri ve öğretim elemanları da bu geleneğin temsilcileri olarak diğer devlet memurlarından farklı bir biçimde görevlerini sadece mesai saatleri içerisinde değil tüm gün boyunca sürdüren kişilerdir. Bu yüzden de mesai saati uygulaması diğer devlet memurlarının aksine üniversite personeli için aynı biçimde uygulanmaz. Yapılan iş ve üretilen karşılığında alınan ücret meselesini burada tartışmaya açacak değilim, bu başka bir yazının konusu olabilir. Ancak yıllar içerisinde sürekli olarak kendisini geliştirmesini beklediğimiz birisine verilecek olan ücretin de bu alana nitelikli öğrencileri çekebilecek bir cazibe yaratması gerekmektedir. Özellikle mühendislik, tıp, hukuk ve sağlık bilimleri alanlarında nitelikli öğrencilerin okulda kalıp yollarına devam etmek yerine iş hayatına atılmaları bu duruma önemli bir yanıt niteliği taşımaktadır.
Üniversitede kalanların belirli aşamaları tamamladıktan sonra özlük haklarına kavuşmaları ve gerek maddi gerekse de manevi anlamda tatmin yaşamaları son derece önem arz etmektedir. Bu noktada öğretim üyelerinin aidiyetlerinin güçlendirilmesi ve geleceğe güvenle bakabilmelerinin sağlanabilmesi için düzenlemeler hayata geçirilmelidir. İşte bunun için öncelikle üniversitelerimizdeki kadro sorunlarının çözülmesi için adımlar atılmalıdır. Öğretim üyeleri de içinde yaşadıkları toplumun ürünü olan insanlar olarak olup bitenlerden fazlasıyla etkilenen ve yaşananlardan olumsuz etkilenen kişilerdir. Hedeflerine ulaşamamaktan çok daha yaralayıcı olan belirtilen hedeflerin sürekli olarak değiştirilmesi ve bu hedeflerin birileri için kolaylaştırılırken birileri için neredeyse imkansız hale dönüştürülmesidir. İşte asıl sorun da tam olarak burada baş göstermektedir ki burası aidiyet bilincinin yok olduğu ve bireylerin kendilerini silik hissettikleri noktanın başlangıcıdır. Buradan sonra ne verilen derslerin ne de yapılan işlerin keyfi kalmamakta ve yabancılaşma süreci giderek daha da artmaktadır. Kişinin kendi işine yabancılaşması kadar kendisine de yabancılaşmasını getiren bu sürecin sonunda ise sadece bir tek kişi kaybetmemektedir. Kaybeden o öğretim üyesiyle birlikte ondan ders alanlar, yazdıklarını-konuştuklarını takip edenlerdir de aynı zamanda. Öğretim üyelerinin içe kapanması ve yoksunlaşması hepimiz için sıkıntı verici olan bir sürecin tetiklenmesi anlamına gelmektedir. İşte bu yüzden kadro meselesi göründüğünden çok daha netameli bir sürecin yansımasını içermektedir. Yeni YÖK'ün bu durumu bir an önce çözüme kavuşturması ve özlük haklarının korunması konusunda bekleyen binlerce akademisyene müjde vermesi gerekmektedir. Sorunun çözümü daha büyük sorunlar yaratacak uygulamalarda değil tüm üniversiteyi bütünleştirecek adımlarda gizlidir.