Yazı insanlık tarihinin en önemli köşe taşlarından bir tanesidir ve yazarak sadece kalıcı hale gelmezsiniz aynı zamanda yazdıklarınız aracılığıyla yaşanacak olan dönüşüme de katkıda bulunursunuz. Bugün size sporun son 20 yılı üzerine köşe yazıları üst başlığıyla Kaan Ark tarafından yayımlanan Yazı Kalır kitabının son derece çorak olan spor dünyamız açısından niçin önemli bir ışık olabileceğini anlatacağım. Türkiye'nin yazma konusunda ne yazık ki bir türlü istenilen aşamaya erişememiş bir ülke olmasının yarattığı sorunları sadece ucu kendimize dokunan yerlerde görmeyiz tam aksine her yerde kendisini bize fazlasıyla hissettirir. İşte bu hissettirdiği alanlardan bir tanesi de toplumsal yaşamın minik bir minyatürü görünümündeki spor sahası ve onun etrafından olup bitenlerdir.
Kitap boyunca belki de en çok beğendiğim husus yazarın eğip bükmeden, kafasındakileri kendi meşrebince anlatma konusundaki açıklığıydı. Bu berrak ifadelere ve samimiyete o kadar çok ihtiyacımız var ki hangi alanda olursa olsun bunu bize gösteren bütün yazarları şükranla ve takdirle karşılamaya çalışıyoruz. İşte bu kitap için de aynı duygu halinin daha ilk yazıdan itibaren sizi karşıladığını ve hemen içine aldığını belirtmek durumundayım.
Bu kitaptaki yazılar alışıldık anlamda sadece futbol veya futbola ilişkin yazılar değil. Spor medyası denilen dipsiz kuyu içerisinde belki de ender olan köşe yazılarının bir araya getirilmesinden oluşmuş bir çalışma var karşımızda. Çünkü yazarın kendisinin derdi herhangi bir takımı veya kişiyi yazmak değil! Sporu ve sporun bu topraklardaki yolculuğu esnasında karşılaşılan tuhaflıklar kadar birtakım önyargıları ve klişeleri de kırmaya dönük bir yazarlık faaliyeti sizi içine hemen alıveriyor. Okudukça spor medyası denilen vasatlık dünyasında entelektüel anlamda sporun nasıl önemli bir alan olduğunu fark etmeye ve kısır çekişmelerin ötesinde bir yerlerde sporun gerçek ruhunun bize anlatılan masallardan çok daha farklı bir konumda olduğunu öğrenmeye başlıyorsunuz. Çünkü yazar bizi bilindik alışkanlıklarımızın ötesine geçirmek suretiyle olanın başka türlü de olabileceği hususunda körleşen gözlerimizin açılmasına katkıda bulunuyor. Yıllar önce yazılarını kitaplaştırdığım sevgili dostum Cem Can "Her yazar yolculuğa kendisiyle; inançları, bilgisi, duyarlılıkları ve dünya görüşü ile çıkar" diyordu. Kaan Ark'ın yazdıkları da tam olarak bu duyguyu uyandırıyor ve bizi bize farklı şekilde anlatmayı başarıyor.
Sporda Yapısal Değişim başlığını taşıyan ilk bölümde tıpkı kitabın tamamındaki yazılarda olduğu gibi bugüne ve yarınlara ışık tutacak olan müthiş tespitler yer almakta. Bataklığı Kurutmak başlıklı yazıdaki şu cümlelerin üzerinden on bir yıl geçmiş olmasına karşın ne kadar güncel olduğuna lütfen dikkat edin:
"…Hangi kanunu çıkarırsanız çıkarın, hangi kamera sistemini kurarsanız kurun kulüpleri mali açıdan denetleyemezseniz ne futbolda şiddetin önüne geçebilirsiniz ne de yabancı transferi rantının iğdiş ettiği genç yetenekleri kazanabilirsiniz ne de şike ve teşviğin önünü kesebilirsiniz. Türk futbolunun kurtuluşu, futbola giren parayı takip etmekten ve denetlemekten geçer. Bu denetim ancak devlet tarafından yapılabilir. Federasyonun kendini seçen çoğunluk oylara sahip kulüplere rağmen bu denetleme mekanizmasını uygulaması, eşyanın tabiatına karşı bir durumdur." (s.27)
Kafa'yı Değiştirme! Başlıklı yazıda ise sporun aslında ne olmadığı çok ama çok güzel bir biçimde özetlenmiş:
"…Sochi 2014'e Türkiye akredite bir spor yazarı gidiyorsa altı sporcu ile katılmamız da çok şaşırtıcı olmamalı. Ya da tam tersi. Son 50 yıldır Kış Olimpiyat Oyunlarına ya hiç sporcu gönderememişiz ya hep bu seviyede sporcu ile katılmışız. Şimdi yine olgular üzerinden eleştiriyor, yorum yapıyoruz, kavramları yok sayıyoruz. Alıştığımız gibi!.." (s.35).
Bu bölümün sondan bir önceki Kültür Fizik başlıklı yazısı da üzerinde konuşulmayı fazlasıyla hak edecek cinsten:
"Eskiden 'beden eğitimi' derslerinde çocuklara 'kültür fizik' hareketleri öğretilirdi. Tanımlamalara bakın…Yüksek okullara sıfatını veren 'beden eğitimi' sanki Uzak Doğu dövüş sporları eğitimi gibi… Bir tek ruhun ve kişiliğin eğitimi eksik kalmış! Kültür fizik ise daha içler acısı bir tanımlama. Ne kültür var içinde ne fizik. Fizikten kast, beden belki ama ya kültür? Tuhaf… On yıllarca nesilden nesile böyle bir ders ve tanımlamalar sürdü. Ülkemizin kültürü de, fiziği de, bedeni de, eğitimi de ortada! Spor veya başka alanlarda değişim yapmak için işe önce tanımlamalardan, içeriklerden başlamamız lazım… Bu yalan ve dolgu algılarla ayakta tutulmaya çalışılan sistem 100 yıllık köhne bir yapıdan ibaret. Yapılması gereken ise sporumuzdaki tüm kavramları evrensel karşılıkları ve yerel gerçeklikleri göz önüne alınarak, yeniden tanımlayarak reforma başlamak." (s.87-88).
İkinci bölüm Türk sporunun sorunlarına ayrılan yedi yazıdan oluşuyor. Ülkenin spor bilimleri fakültelerinin veyahut beden eğitimi spor yüksek okullarının yapması gereken teşhis ve tedaviye ilişkin önerilerin sıralandığı bu bölümü en çok okuması gerekenlerin spor bilimcileri ve siyasetçiler olduğu kanaatindeyim. Türk Sporunun Sorunları (5) başlıklı yazıdaki şu cümleler içinden geçmekte olduğumuz ürkütücü sessizliğe karşı umudu besler nitelik taşımaktalar:
"Sorunun odağına inmedikçe, sorunlar doğru analiz ve teşhis edilmeyip, ezberler ve algılar üzerinden günlük veya kısa vadeli tepkiler ile bu ülkede hiçbir sorun çözümlenemez. Öncelikle yapılması gereken bilindik tüm tabu, klişe ve yanlış algıları, bedeli ne olursa olsun değiştirmek için olguların değil kavramların ve kanunların içini doldurup, önce insan deyip kolları sıvamak ve bu yolda gözünü budaktan sakınmamaktır. Düşman edinmekten, kavgadan korkmadan yola devam edebilmektir." (s.99).
Üçüncü bölüm dönemin başkan ve yönetici profili ile onların yapıp ettiklerine ilişkin örneklere dayanıyor. Dördüncü bölüm ise Bochum savcılığının bahis spekülasyonu ile ilgili açıklamaları ile 3 Temmuz ve sonrasında olanlara ilişkin yazılara ayrılmış durumda. Yazarın 3 Temmuz sonrasında olup bitenlere ilişkin olarak yazdığı son derece ufuk açıcı yazılar bu bölümde okuyucularla buluşuyor. Yeni TFF kimlerden oluşmamalı? Başlıklı yazıda 3 Temmuz sürecinin perde arkasına ilişkin ilginç ifadeler bugün bile yanıtlanmayı bekliyor:
"…3 Temmuz sürecinin bu kadar uzaması, çözümsüz hale getirilmesinde UEFA'nın oynadığı rol göz ardı edilmemelidir. UEFA, Türkiye hakkında hiçbir kararı Erzik'e rağmen alamaz. Yaşanan tüm kaosun perde arkasındaki örtülü strateji ise UEFA'dan yaş haddine göre ayrılması gereken Erzik'in TFF başkanı yapılmasıdır' (s.149). Yazı Kalır başlıklı yazı ise bugün bile konuştuğumuz 3 Temmuz konusunu gözler önüne sermektedir: "Türk futbolu için çok hayati bir dönem el birliği ile heba edildi. 3 Temmuz sürecinde sistemin çarpıklıkları tartışılmadı, bataklık nasıl kurutulur konuşulmadı. Kavramlar unutuldu, olgular üzerinden hiçbir işe yaramayan tartışmalar yapıldı. 3 Temmuz'un ortaya çıkardığı gerçekler, bir büyük derbinin maç topu gibi bir o kaleye, bir bu kaleye tekmelendi. 3 Temmuz bir sonuçtur aslında. Herkesin suçlu olduğu bir sistemin deşifre edilmesidir. Herkesin kirli olduğu bir sistemin birinciliği, yakalanan Fenerbahçe'ye verdiler. Suç örgütünün bizatihi kendisi olan mevcut futbol sisteminin suça yardım ve yataklık ettiğinin ne zaman farkına varacağız?" (s.155).
Beşinci bölüm bugün hâlâ en çok tartışılan Havuz Paylaşımı ve yayın hakkı ihaleleri ile ilgili iken altıncı bölüm ise Olimpiyat ve çatı örgütlerine ayrılmış. Yetmez ama muhteşem başlıklı yazıda olimpiyatlara katılan sporcu sayısı ile nüfus arasındaki ilişkiye ilişkin önemli ipuçları gözler önüne serilmekte:
"Ülkelerin nüfuslarına göre olimpik sporcu oranına baktığımızda Ukrayna, Almanya, Kore ve İspanya gibi ülkelerde her 150-200 bin kişiden biri, Yunanistan, Belçika, Danimarka ve Avusturalya'da ise her 50-100 bin kişiden biri olimpik sporcu olabiliyor. Türkiye'de bu oran rekor katılımımızda dahi 650 binde bir. Bu oranı önce 400 binde, sonra 200 binde birlere indirdiğimizde gerçek bir spor ülkesi olacağız." (s.182).
Bu bölümün belki en çarpıcı yazılarından birisi olan T.'MİLLİ' O.K. başlıklı yazı bir anlamda ülkemizin son iki yüz yılındaki farklı bakış açılarının spor üzerinden sorgulanması gerektiğine de işaret etmekte:
"Tarihsel ve sosyolojik açıdan bakıldığında, geldiğimiz bu noktada Türkiye'nin "Yetişmiş İnsan' tarifini ve neden bu doğurgan toplumun insan yetiştirmekte kısır kaldığını samimiyetle sorgulaması gerekiyor! Eğer insan odaklı bir kalkınma istiyorsak, "Yetişmiş' insanların kimler tarafından ve ne amaçla yetiştirildiğini anlamakla başlamalıyız işe." (s.199).
Yedinci ve sekizinci bölümler birbirini tamamlar nitelikteler. Yedinci bölümde FİFA'nın gerçek yüzü üzerinde durulurken, sekizinci bölümde Dünya Kupası'na bir de böyle bakın başlığıyla farklı bir pencereden de yaşadıklarımıza bakılabileceği üzerinde duruluyor. Dokuzuncu bölüm sporun tarihsel süreç içerisinde sosyoloji ve siyaset üzerinden nasıl göründüğüne odaklanıyor. İşgal Altında İstanbul başlıklı yazıda Britanya imparatorluğunun gittikleri ülkelerde kriket, rugby ve futbolu nasıl kullanıma soktuklarını ibretle öğrenmiş oluyorsunuz:
"Kriket ve Rugby hâlâ İngiliz Milletler Topluluğunun en gözde sporlarıdır. Futbol ise İngilizlerin kalıcı olmadıkları topraklara hediyesidir. İngilizler gittikten sonra kompradorlar onların temsilcisi ve aracısı olarak siyasi, kültürel, ticari ve de sportif alanlarda görevlerini daima ifa ederler." (s.241).
Bu bölümde Gezi parkı sürecinde yaşanan gelişmelerde ön plana çıkan Çarşı grubunun Olimpiyat stadyumunda oynanan ve karşılaşmanın son dakikalarında yarım kalan maçta yaşananlara ilişkin de ifadeler bulunuyor. Kayıp nesiller ve nefret başlıklı yazıda geçen şu ifadeler bugün bile yaşamakta olduğumuz çelişkileri, tuhaflıkları tam yedi yıl öncesinden göstermesi açısından ibretlik bir nitelik arz etmekte:
"Nesilleri kaybetmek istemiyorsak yapmamız gereken öncelikli şey belli. Kadına, rakip takıma, siyasi görüşe ya da karşıt olduğumuz herhangi bir şeye karşı duyduğumuz nefreti ve şiddeti, önce kendi evimizden başlayarak engelleyeceğiz. Gerisi sadece zaman meselesi." (s.259).
Kitabın onuncu bölümü spor yazarlığına, on birinci bölümü ise yazarın da gönülden bağlı olduğu Beşiktaş kulübüne ayrılmış. Süleyman Seba için kaleme alınan Süleyman Abi yazısındaki şu satırlar büyük bir spor insanına olan özlemi anlatması açısından manidar:
"Seba'dan sonrakilerin camia, duruş ve söylemlerine bakmayın, hiçbiri semtten değildir bunların. Öyle olsaydı makama değil adama, zarfa değil mazrufa saygı gösterileceğini bilirlerdi Beşiktaş'ta. Ve Süleyman Seba'ya rakip taraftarların bile saygısı makamından değil adamlığındandır. Anlayana…Seba'yı anlamak Beşiktaş' anlamaktır, Anlamak isteyen kaldıysa…"(s.299).
Kaan Ark'ın son derece akıcı ve bir o kadar da ufuk açıcı onlarca yazısının bir kitapta toplanmış olması ve bunun spor gönüllülerinin hizmetine sunulmuş olması son derece önemlidir. Bu yazılar ülkemizin spor ufkunda farklı bakış açılarının da olabileceğini göstermesi açısından umut vadetmenin ötesinde yapılanların daha da ileriye götürülmesine vesile olabilecek bir arka planın varlığını sundukları için çok ama çok kıymetlidirler. Umarım böylesi yayınlar çoğalır ve ülkemizin spor iklimi giderek her anlamda yeşerir.