Son beş yıldır T24'te yazıyorum ve bu süre içerisinde farklı aralıklarla üniversiteye dair yazılar da yazdım. Bu yıl itibariyle üniversitede yirmi beşinci yılımı dolduruyorum ve geçen süre boyunca bir anlamda ülkemizin içerisinden geçtiği farklı dönemlerle birlikte o dönemlere eşlik eden uygulamaların üniversite içerisine yansımalarına da şahitlik ettim. Öncelikle şu bir iki noktayı belirtmek durumundayım ki son rektör ataması sonrasında yaşanan gelişmeler çerçevesinde ortaya çıkan tartışmalar daha iyi anlaşılabilsin. İlk olarak bu ülkede şu anda Boğaziçi Üniversitesine atanan rektör sonrası başlayan elitizm tartışması aslında bu ülkenin üniversiteye dair ve üniversitede görev yapan öğretim üyelerine ilişkin yaklaşımıyla da yakından bağlantılı. Ve bir adım daha ileri gittiğimizde bu ülkenin üniversiteleri ve orada görev yapan kişilerle olan bağlantısının çok da sıcak olmadığını görebiliriz. Bunda sadece üniversite dışındakilerin değil üniversite içerisindekilerin de paylarının olduğunu fakat asıl meselenin biraz daha derinlerde yatmakta olduğunu göz ardı etmemeliyiz.
İçinden geçilen farklı dönemler üniversitelerin ve orada yer almakta olan öğretim üyelerinin tasfiye edilmeleri sürecinin hiç sona ermediğini bu yaklaşımın ise aslında bir gelenek olan akademinin bu topraklarda hiçbir zaman kök salmasına müsaade etmediğini de ortaya koymaktadır. Dil Tarih Coğrafya Fakültesindeki Behice Boran, Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkes gibi isimlerle başlayan ve yıllar içerisinde üzeri kırmızı kalemle çizilen akademisyenlerin ne kadar iyi eğitim alırlarsa alsınlar, ülkelerine hizmet etme konusunda önlerinin bir şekilde kesildiğini merak edenler Hayatımda hiç arkaya bakmadım isimli çalışmaya bakabilirler. Mübeccel Kıray'la yapılan söyleşinin kitaplaştırıldığı bu eserde hocamız, olup bitenleri net bir biçimde anlatmıştı.
Bu ülkenin üniversitelerinde ders vermekte olan öğretim üyeleri ve öğretim elemanları ilginç bir ikilem içerisinde hayatlarını sürdürmek durumunda bırakılıyorlar. Bir taraftan kendilerinden iyi eğitim almış, okumuş, yazmış bireyler olarak ülkelerinin gerçeklerine ilişkin katkılar koymaları bekleniyor. Öte taraftan bunları yaparlarken var olan ideolojinin dışında bir şeyler söylemeleri ise zinhar istenmiyor. Eğer farklı ifadeler kullanacak olursanız ise kökü dışarıda, milli olmayan, dış mihrakların içerideki uzantısı vb. ifadelerle yaftalanmanız kaçınılmaz oluveriyor. Hatta akademinin kendi içerisinde olup bitenler karşısında bir grubun atmış olduğu imza metinleri karşısında bir başka grubun karşıt bir metni kaleme alması ve tarihsel bir takım göndermeler içeren sayılarla bunu kamuoyuna paylaşması gibi durumlar da yine burada normal görülüyor. Halbuki okumuş, yazmış olarak görülen ve böyle davranmaları beklenen söz konusu grubun içerisindeki kişilerin bile fikirsel düzeyde tartışmayı beceremedikleri gibi bir durum önümüzü hemen kesmeye başlıyor. Ve yine kısa fakat kamuoyunu etkisi altına alan slogan kelimeler üzerinden durumun kurtarıldığı sanılıyor aslında tam tersine daha da kötüleşmesine katkıda bulunuluyor.
Darbe dönemleri ve ardından gelen süreler içerisinde ilk bakılan yerler hep üniversiteler olmuştur. 12 Eylül darbesinin 1402'likler olarak adlandırılan üniversite hocalarını nasıl tasfiye ettikleri ardından gelen Barış davası süreci aslında bugünü anlamak isteyenler için epeyce malzemeyi bünyesinde barındırmakta. 12 Eylül rejiminin 1982 yılında rekor oyla kabul edilmesini sağladığı anayasanın kırkıncı yılını doldurmamıza bir yıllık bir zaman kaldı. Bu süre içerisinde söz konusu metin içerisinde pek çok alanda değişiklikler yaşandı. Fakat yıllar içerisinde en çok eleştirilen kurumların başında gelen ve her muhalefet partisinin en çok değiştireceğim dediği kurum olan Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) bugün hâlâ dimdik ayakta durmaya devam ediyor. Çünkü eleştirenler, iktidara geldiklerinde söz konusu kurumu kendileri için nasıl bir şekilde kullanabileceklerini kısa bir sürede fark etmişler ve hemen bu durumun arkasına sığınmayı görev bilmişlerdir.
Şimdi rektörlerin cumhurbaşkanı tarafından atanmasını eleştirenlerin, güç kendilerinin ellerinde iken söz konusu atamaları adeta bir ideolojik araç olarak kullandıklarını ve bütün bunların normal olduğunu dile getirdiklerini de biliyoruz. Aradan geçen zamanda bir zamanlar eleştirdikleri kurumun başındaki kişinin cenazesini devlet töreniyle eda edenleri de gördük. Akademik, idari ve mali özerklik adı altında yapılan bütün vurguların dönüp dolaşıp devlet olgusu içerisinde nasıl bir karşılığı olabileceği gerçeğine toslamakta olduğunu nedense hiç tartışmadık! Oysa bu topraklarda devlet denilen kurum ne batıdakiler ne de benzediğimizi düşündüğümüz doğudakiler gibi değildi ve iktidara gelmek bu anlamda devletin bütün kurumlarında söz sahibi olabilmeyi de beraberinde getirmekteydi. Aslında son dört yıldır yapılan atamaları eleştirenlerin daha önce yapılanların sanki çok normalmiş gibi davranmaları da anlaşılır gibi değildir. Seçim adı altında yapılan uygulamaların pek çoğunda listeye gerekli olan altı kişinin adı eklenebilsin diye konuların olduğunu ve bazen de bu sonradan konulanlardan birisinin atandığını da gördük. 15 Temmuzla birlikte başlayan yeni dönemde Cumhurbaşkanlığı yönetim sistemi modeliyle getirilen uygulamaların ne anlama geldiğini muhalefet partileri uzun bir süre idrak edemediler. Bu arada çıkartılan kanun hükmünde kararnamelerle çok sayıda akademisyenin ilişiği kesildi. Bu akademisyenlerin bir kısmı barış imzacısı olarak nitelendirilenlerdi diğer bir kısmı ise darbe yapan terör örgütüyle iltisaklı olarak nitelendirilenlerden oluşuyordu. Ardından gelen sürede rektörlerin seçimle işbaşına gelmelerinin üniversiteler içerisinde gerilimi arttırdığı ve sorunlar yarattığı gerekçesiyle atama usulü gündeme alındı. Artık rektörlerin görev süreleri sona ererken YÖK ilana çıkmak suretiyle rektör adaylarının başvurularını değerlendirmeye alıyor ve onlar arasından seçtiği üç kişiyi cumhurbaşkanına sunuyor.
Bu yeni dönemde dikkat çekici olan daha önce Adalet ve Kalkınma Partisi içerisinde görev almış olan kişilerin rektör olarak atanıyor olmaları. Burada sayın parti sözcüsü Ömer Çelik'in kişilerin bir siyasi partiyle ilişkileri olmalarının yanlış olmadığı ifadesinin doğru fakat eksik olduğunu belirtmeliyiz. Eğer sadece tek bir siyasi partiyle ilişkili olanlar atanıyorsa o zaman bu atamalarla ilgili siz istediğiniz kadar siyasal değildir sözünü kullanın sonuna kadar siyasal bir hale dönüştüğü gerçeğini ortadan kaldıramazsınız. Bir başka açıdan ele aldığımızda bu yeni yaklaşımın bir zamanlar üniversite öğretim üyelerinin ülke gerçekleri ile kurdukları bağlantı nedeniyle eleştirilmeleri gibi bu kez rektörlerin de söz konusu bağlantıları nedeniyle eleştirilmelerinin de önü açılmış olmaktadır.
Gelelim son atama olayına, burada sanki dört yıldır yaşanan atamalar hiç yapılmamış gibi bir algı ortaya çıkmıştır. Yaşanan atama krizi Boğaziçi üniversitesinin başına geldiği gibi daha önce ülkemizin pek çok üniversitesinin de başına gelmiştir. Burada yaşananlara ilişkin açıklamalarda bulunan Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyelerinin yaklaşımları kendilerince tutarlı gibi gözükebilir ancak bu ülkenin bilindik yaklaşımından farklı değildir. Yani kendi başına geldiğinde sesini çıkarma durumu ve bu durumun her dönem, ülkenin egemenlerinin işine geldiği gerçeğini, bir kez daha içinden geçmekte olduğumuz dönemde bir kez daha tekrarlandığını söylemeliyim.
Herkesin kendi mahallesinden olanlar için demokrasi istediği bir ülkede demokrasi hiçbir mahalle için mümkün olmaz! Bizde her kesim kendisinin en demokrat ve ilerici olduğunu, bunun dışında kalan bütün kesimlerin ise tutucu, bölücü ve yıkıcı olduğunu düşünüyor. Hatta düşünmekle kalmıyor, güç eline geçtiğinde bu gücü sonuna kadar kullanmaktan da çekinmiyor. Böyle olduğu için ise özgürlük denilen kavram bu ülkede ne üniversiteye ne de toplumsal hayata gerçek anlamda sirayet edemiyor.
Özgürlüklerimiz ve demokrasi mücadelemiz sadece kendimiz için olduğu müddetçe, baskılarla mücadele edebilmek de güçleşmektedir. Üniversiteleri milli-evrensel ya da elitist-avam tartışmasından önce gerçekten hepimizi kapsayan özgürlükler ve demokrasi içerisinde yaşayan yerler haline dönüştürmek durumundayız. Burada var olan iktidarın yanlılarının da iktidara karşıt olanların da kendilerini tek başına haklı görmeleri bir şey ifade etmeyecektir. Asıl önemli olan hep birlikte yaşayabileceğimiz zeminleri inşa edebilmektir, bunu gerçekleştiremediğimiz sürece üniversiteler de tıpkı toplumsal hayatımızın diğer alanları gibi birer dışlama mekanizması olarak işlev görmek durumunda kalacaklardır.