Ülkemizde istendiği kadar biz halk için varız ve halkın taleplerini yerine getiriyoruz açıklamalarında bulunulsun, söylenenleri biraz kazıdığınızda ve uygulamalara baktığınızda durumun hiç ama hiç değişmediği bir tablo ile karşılaşırsınız. Bunun sağı, solu, laiki, muhafazakarı yok sonuç kısmına geldiğinde hepsi birbiri ile aynı gömleği giyiyorlar.
Kendilerinin verdiği kararları onaylamayan, buna karşı çıkan veyahut eleştiren bir kitle ortaya çıktığı zaman bir örnek tepkiler vermeye başlıyorlar. Bu durumu en iyi görebileceğiniz yerler hiç kuşkusuz yerel yönetim uygulamalarıdır. Merkezi yönetimin uygulamalarına yönelik eleştirileri ile mangalda kül bırakmayanların iş kendi yaptıklarına geldiğinde tam olarak aynı duruma bürünmeleri bu ülke açısından hiç ama hiç şaşırtıcı değildir.
Bakanları, başbakanları yaptıkları ile eleştirenlerin tıpkı eleştirdiklerinin birer küçük prototipi haline dönüşmeleri de herhalde bizim makus talihimizdir. Seçimle geldikleri koltuklarda asıl yapmaları gerekenin ‘baki kalan bu kubbede hoş bir sada’ bırakmak olduğunu idrak edemedikleri için sürekli olarak taşa toprağa isimlerini kazımaya çalışıyorlar.
Özellikle yerel yönetim zihniyetinin hiç ama hiç bitmeyen yol çalışmaları ile anılması, park ve uygulamaları üzerinden prim yapma meselesini artık sorgulamak durumundayız. Çünkü bu kadar çok taşa toprağa dökülen paraya rağmen her seferinde ülkenin bütün kentleri yağan şiddetli yağmurlar sonrasında göle dönüşüyor ve can kayıpları yaşıyoruz. Gerçi orada da bahanelerimiz hazır bir aylık yağmur bir gün içerisinde yağdı şeklindeki cümlelerle zaten hiçbir kimsenin yaptıklarından sorumlu olmadığı bir ülkede sorumsuzluğumuzun hazzını yaşamaya devam ediyoruz.
Bir yerel yöneticinin ‘artık sussunlar, bazı şeylere engel olmasınlar. Kendilerine faydası olmayanlar kent halkını ilgilendiren projelerle ilgilenmesinler. Bu kente ihanettir’ cümleleri kurabildiği yerin sonradan tepeden inme bir şekilde getirildiği makam olmasını da parti ayrımı yapmadan görebilmeliyiz. Çünkü partiler üstü olması gereken yerel yöneticiliği kısır partizan çekişmelerin içerisinde adeta kötürüm bıraktık. Benden olan ve olmayanlar temelinde yürütülen anlayışımız sonrasında demokrasicilik oynanan yerler konumuna düşürdük. Başkanların arkasında duran kitlelerin içinde yaşanılan kenti, ilçeyi, beldeyi temsil etmediği gerçeğini ise es geçtik. Oysa yerel yönetimler demokrasinin ete kemiğe büründüğü, hemşerilerin katılım mekanizmalarını işlettiği, öğrendiği yerlerdir. Biz ise göstermelik kent meclislerimizle ve oralardaki şekilsel yaklaşımlarımızla bu durumu da içinden çıkılmaz bir hale soktuk. Açıkçası bu ülkede siyasetle ilgilenmenin rantsal getirisi olduğu gerçeğini ortadan kaldırmadığınız sürece siyasetin içerisine gerçekten kentine, beldesine, ülkesine yararlı olabilecek insanları sokamazsınız. Kısır çekişmelerin belirlediği mezhepçilikten, etnik köken ayrımcılığına kadar yürüyen anlayışlar sonrasında liyakatın değil adam kayırmacılığın geçerli olduğu yönetimleri yaratırsınız. Bu ise her seferinde ne içinde yaşanılan kente dair çözümlerin ortak bir payda altında alınan kararlarla yönetilebildiği bir demokratik katılım modelini hayata sokabilir ne de yaraya merhem olabilir. Olmadığını yukarıda ben yaptım oldu mantığı içerisinde açıklamalarda bulunan belediye başkanı örneğinde görebilirsiniz. Görürsünüz de her seferinde hem geçmişini hem de yaşadığı zamanı kaybeden kentleri nereye koyacaksınız. Harcanan milyonlarca liraya karşı hak etmediği bir hayatı yaşamak zorunda bırakılan insanların mutsuzluğunu ne yapacaksınız?
Tekrar hatırlatmak durumundayım bu ülkenin farklı siyasal partilerine mensup olan yerel yöneticilerinin yaklaşımları arasında hiçbir farklılık bulunmamaktadır. Farklı söylemlerin dışında uygulamalar aynı minvalde yürümektedir. Demokrasi ile kurmuş oldukları bağlantının son derece şekilsel olmasından tutun da tek başına karar alma anlayışına kadar birbiri ile örtüşen bir durumdur bu. Oysa bu ülkede eğer bir gün demokratik bir yönetim üzerinde konuşabileceksek bunun başlayacağı yerler yerel yönetimler olacaktır. Sivil katılımın içinde yaşanan yerden başladığı gerçeğinin hemen ardından toplumsal örgütlülük gelecektir. Bizde ise her defasında tepeden inmeci bir yaklaşım hayata geçirilmekte ve içinde yaşadığımız kentlerin başkanları da dahil olmak üzere tepeden belirlenmektedir. Parti içi demokrasi diyerek mangalda kül bırakmayanların da ne kadar demokrat oldukları ve yaptırılan seçimlerin sonuçlarını hayata geçirmek yerine atama usulünü tercih ettiklerini gayet iyi biliyoruz. Burada hepimizin üzerinde özenle durmamız gereken nokta ise bütün yapıp ettiklerini Atatürk’e bağlamak yoluna gidenleri de onun aziz hatırası üzerinden konuşanları da aynı çizgide bulunduklarını anlayabilmemizdir. Heykellerin içine tükürenler ile var olan heykelleri kafalarına göre kaldırıp heykel şovu yapmaya çalışanlar da aslında aynı dünyanın yolcularıdır. Bu yüzden de kentine sahip çıkmanın ülkene sahip çıkmak olduğunu ve demokrasinin önce kentlerde başlayabileceği gerçeğini birbirimize aktarmalıyız. Demokrasi Arayışında Kentlerimizi hem demokratik katılımın hayata geçirildiği hem de çevresel tahribatların ortadan kaldırılabildiği mekanlar haline dönüştürmek durumundayız. Aksi halde kişi başına düşen yeşil oranının 1 metrekareyi bile bulmadığı, nefes almanın sağlık sorunlarına yol açtığı ve trafiğin yarattığı işitsel, zihinsel travmaların taban yaptığı kentlerde yaşıyormuş gibi yapmak zorunda kalacağız. Yurdumuzu anlatırken sürekli olarak cennet metaforunu kullanıyoruz ancak cennet dediğimiz kentlerimizi beton yığınlarına dönüştürmek suretiyle mahvediyoruz.
Bu büyük heykel yapma tutkusu İzmir’in belediye başkanlarında herhalde bir tutku haline dönüşmüş vaziyette. Yıllar önce Buca belediye başkanı 42 metrelik devasa Atatürk rölyefini 4.2 milyon liraya yaptırmış ve bu heykel ülkemizin en büyük dünyanın da onuncu büyük yapısı unvanını almıştı. Karabağlar belediyesi 37,5 metrelik Nasreddin hoca heykeli ile bu alanda yarışta ben de varım demişti. Ancak her nedense bu heykelin neden buraya yapıldığı ve neden 15 milyondan fazla para harcandığı üzerinde durulmamıştı. En son noktayı ise Karşıyaka belediyesi ilçenin simgesi olan anıtı yıkarak yerine 45 metre yüksekliğinde kentin her yerinden görülebilecek bir anıt yapmayı hedefliyor. 48 milyonluk bir bedelden bahsediliyor bu sayede kentin havasının tazeleneceği iddiasında bulunuluyor. Ama yine aklımıza dünyanın önde gelen kentsel simgelerinin yıkılma düşüncesinin orada yaşayanların aklının ucundan geçmediği geliyor. Bizimkiler başka yaşıyorlar, kent yönetmeyi yıkıp yerine yenisini yapmak olarak görüyorlar ve bu konuda da birbirlerine adeta ikiz kardeşmiş gibi benziyorlar.