Amras, Avusturya'da, Innsbruck'un güneydoğusunda küçük bir şehir. Nasıl güzel, nasıl kartpostal. Görmeniz lazım. 'Amras', Thomas Bernhard'ın 1964 yılında yazdığı, yani hayli erken uzun öykülerinden biri, bence roman. Nasıl bir başyapıt, bir şaheser. Okumanız lazım.
Amras adı Latince 'ad umbras'dan geliyor şehre. Gölgeye kurulmuş, gölgede yani. Bernhard'ın 'Amras'ı ama gölgede kalacak gibi değil. Öyle büyük bir eser yani. Her okunuşunda okuyanı önce pişman, sonra bahtiyar eder. Böyle derinden bir acı, acının, varoluş acısının hazza dönüşmesi. Gerçek bir okuma serüveni yani.
Bir keresinde şöyle bir şey yazmıştım: Edebiyat bize acılarımızı, mutsuzluklarımızı öyle güzel gösterir ki, onları sever, onlarla gurur duyarız. Mutluluk da budur zaten. 'Amras' tam da bunu yapıyor. 'Amras'ta Bernhard bunu yapıyor.
Bernhard'ın da en sevdiği yapıtıymış bu. Öyle diyor. Sonra gireriz o konuya da ama şunu söyleyeyim hemen: 'Amras'ta, Bernhard'ın sonrasında da dilinden düşürmeyeceği kimi motifler ilk kez bu denli bariz görünür, ortaya çıkar. Bunlardan ikisi, anavatan ve taşralılık, ki Türkçe okuru da kavrayacak temalaştırmalar olmalı bunlar.
Ben Bernhard okumayı öyle severim, öyle severim ki, "belki de" diyeceğim, "ona olan sevgimden onun en sevdiği yapıtını ben de en çok seviyorum." Değil ama, bir daha söyleyeyim, öyle bir hazdır ki, 'Amras'ı okurken alınan.
Önce bir sahneyi tasvir edeyim size, konusunu kitabın, ardından özetlerim.
Bir anne, bir baba ve 20'li yaşlarının başında iki erkek çocuk. Aile meclisi kararı ile ellerinde en sevdikleri dergiler, uyku ilaçları yutarak bir arada ve topluca intihar ediyorlar. Böyle başlıyor hikâyede olay. Şoke olmayın, anlamaya çalışın, birkaç ay önce Kahramanmaraş'ta bir bağ evinde kendilerini asan dört kardeşi hatırlayın. Annelerinin ölümünün peşi sıra.
'Amras'ta da anne trajedinin müsebbibi. Ondan önce ama taşra, hatta anavatan tabii. Nasıl mı? Anne, Innsbruck'un başkenti olduğu Tirol eyaletinde görülen 'Tirol epilepsisi' hastası. Bu hastalık ailenin bütün hayatını etkiliyor. Yaşama sevinci sahibi baba, annenin krizlerinden kaçışı kumarda bulmuş ve ailenin servetini oyun masalarında kaybetmiş. Hayat dayanılmaz olduğunda veriliyor bu intihar kararı.
Anne baba ölüyor ama çocuklar, Walter ve Karl kurtarılıyor.
Birbirine hem çok benzeyen hem de çok farklı olan -Walter müzik, Karl doğa bilimleri eğitimi almış- iki kardeş dayıları tarafından meraklı toplumun tacizlerine karşı bir kuleye kapatılıyor. Burada iki çocuğun toplumsal yalıtımı doruğa çıkıyor. Çocukluklarında da sık sık saklandıkları bu kulede bir yandan da hem kafalarına hem de birbirlerine kapatılıyor iki genç.
Karl'ın çokça kullandığı, doğa bilimcilerinin aşina olduğu kavramların, kelimelerin ve alıntıların Walter'in müzikalitesi ile birleşerek organize olmasıyla oluşan, kimi zaman cümlelerin yarım bırakılmasına neden olan diskontinuiteler (süreksizlikler) ve bunları taşıyan kontinuitelerden (süreklilikler) müteşekkil dil, birinci çoğul şahıs ile birinci tekil şahıs arasında gidip gelirken, hikâyenin sonuna doğru Walter'i de kuleden yaptığı ölüm atlayışı ile kaybeden Karl'ın yalnızlığını yakıcı biçimden hissettiren ikinci tekil şahsa geçiyor.
Kule de Thomas Bernhard'ın edebiyatında önemli bir motiftir. Anlattığı her öyküyü kendi kafasında kendine anlatırken okurlarına da anlatmış sayan, her hikâyede anlattığı olaydan çok kafasında bu olayın nelere yol açtığını bazen doğrudan kendisinden bazen de kahramanlarının kafasından anlatan Bernhard için kule antropomorfolojik değeri olan bir mimari biçim. 'Korrektur' adlı bir diğer romanında mükemmeliyete ulaşması beklenen, hedeflenen koninin de bir kule olmadığını kim söyleyebilir? Kuledir ve aynı zamanda kafadır, zihindir, not kağıtlarından, ormanın ortasına kız kardeşi için ikamete uygun bir koni inşa etmeye çalışan bir anlatıcının zihnine bakan bir diğer anlatıcının zihnine yansıyan bir zihindir.
'Amras', evet, benim en sevdiğim kitaplardan biridir. Salt edebiyat sevgim yeterdi bu kitabı bunca çok sevmeme. Ama bir yandan da büyük bir maharetle tematize edilen o birkaç motif benim de hayatımda ve bu ülkedeki birçoğumuzun hayatında öyle dramatik etkilere sahip ki.
'Anavatan etkisi' diyebilir miyim buna? Bize bunca acı veren ama terk edemediğimiz bu ülke. Belki herkesin ülkesi öyledir. Ama işte bize öyle değilmiş gibi geliyor. Şu halimize baksanıza. Her geçen gün.
Hastası mıyız hepimiz ülkemizin? Anavatanımızın. Anamızın. Belki.
Ve anadilimiz ile iyi etmeye çalışıyoruz kendimizi. Sevmeye anavatan acımızı, anavatan etkisini.
Thomas Bernhard'ın kendisini ve kahramanlarını iyileştirmeye çalışırken kurduğu Almanca cümlelerin ulaştığı ustalık seviyesi hastalığın şiddetini de tedavinin aciliyetini de gösterir bize.
Bir hastalık romanı olan 'Amras' aynı zamanda şifadır bu yüzden. Şifanın romanı.
(Bu yazım Ocak 2013'te yayımlanan 'Henüz Zaman Var' adlı kitabımda yer almaktadır.)