Bir bebek o kadar güzel bir şeydir ki, bütün akan sular durur.
“Bebek” deyince akan sular durur ve sonra hemen yeniden akmaya başlar.
İnsanlığın çanağına dilek çeşmesinden bir ömürlük, bir ömür boyu daha su akar. Bebek doğunca, bir bebek, bebek sevilince, bir bebek.
Ama bebek ölürse, bebeğimiz ölürse, yani bir bebek ölürse, bütün dilek çeşmelerinin suyu kesilir. Dileyecek bir şey kalmaz artık gelecekten. Çanaktaki sudan. Artakalan zamandan.
Akan sular durur, zaman durur. Bir bebek ölürse.
Bir bebek ölürse eğer bizim yüzümüzden, bizim geçmişimiz yüzünden, bizim bugünümüz yüzünden, bizim geçmişte yaptıklarımız ve yapmadıklarımız yüzünden, bizim bugün yaptıklarımız ve yapmadıklarımız yüzünden, bizim yüzümüz suyu hürmetine bir bebek ölürse eğer büyümeden, biz de ölürüz kurumuş çeşmenin başında. Ölürüz ve ağlayanımız olmaz. Dudaklarımıza hayatın bizden sonra da süreceğinin tesellisi birkaç damla su sürenimiz, utanç verici bir pişmanlığın cismi olan cenazemizi yıkayanımız… Kimse olmaz.
Biz işte böyle bir toplumuz. Eğer toplum denebilirse bebekleri yaşatamayan bir kalabalığa. Biz işte böyle bir kalabalığız. Bebekleri yaşatamayan, bebeklerini yaşatamayan bir kalabalık. O meleklerin üzerinden uçup gittiği bir uçurumun dibini boylamak için yerinde sayanlar. İlerliyormuş gibi yapanlar. Uçurum diplerine doğru nutuk atanlar. Kendi yankılarını alkışlayanlar. Biz. Toplum sözde. O kalabalık işte.
Bir bebek öyle kutsal bir emanettir ki hepimize, bu emanete ihanet edenler artık iflah olmazlar. Bu emanete ihanetin laneti bundan böyle herkesin arkamızdan gülecek, gülüp geçecek olmasıdır.
Biz bir meczup gibi kalmış zamanın orta yerinde, hırçın babalanmalarıyla ciddiyet, ulviyet, mana katmaya çalıştıkça varlıklarına, daha gülünç duruma düşecek olanlar. Bebeklerini yaşatanların, bebekleri yaşatanların nezdinde.
Bir bebeği yaşatmak bu kadar anlamlı, bu kadar ulvi, bu kadar ciddi bir şeydir işte. Bir toplum olmaktır yani. Bebeklerin emanet edilemeyeceği hain bir kalabalık değil.
Bir bebek o kadar anlamlı bir şey, o kadar kıymetli bir şeydir ki, onu yaşatmak için, yaşatabilmek için işlenmiş ve işlenecek bütün suçları aklar. Ama bir bebek öldü mü de, bir bebeğe ölüm reva görüldü mü de, bütün o güne kadar gizli kalmış, o güne kadar gizleyebildiğimiz suçlarımız da görünür olur artık. Elimize, ellerimize doğmuş bir bebeğin ölümüne sebebiyet verirken bütün suçlarımızı da ele veririz. Bir bebeği yaşatamayanlar gırtlağına kadar suça batmıştır, suça batmış olanlardır. Biz işte. Suçlulardan bir ordu yani.
Bir bebek o kadar parlak bir şeydir ki, o kadar ışıl ışıl bir şeydir ki. Bir bebek bir kristaldir. Zamanın kristalize olmuş hali. Zaman kristali.
Hatırlayamadığımız kendi bebekliğimizi, o ilk çığlığımızı, o ilk muhtaç kalışımızı, o ilk başkalarına ihtiyaç duyuşumuzu, o ilk birinin yüzüne gülüşümüzü tekrarlayarak, tekrarlayınca, bize, hepimize o kadar benzer ki bebek, bebekler, bizden gizli kalmış geçmişimize, hepimiz kendi geçmişimize, bir bebeği izlerken, seyrederken kavuşuveririz, kavuşuruz.
Ama aynı zamanda bizim şimdiki halimizle de o kadar çok benzerlik kurarız ki bir bebeğe bakarken. Bir bebeği seyrederken. Bizim gibi sık sık gözlerine yaşlar dolmakta, bizim gibi biraz sevgiyle yüzünde güller açmaktadır. Bizim gibi o da muhtaçtır başkalarına, muhtaçtır hayata.
Bir bebeği seyrederken, o kaç yaşındayken kendimizin kaç yaşında olacağını hesaplarız. Biz öldüğümüzde onun hâlâ yaşıyor olacağı sonucunu verdiği, vereceği için ister istemez matematik, ister istemez ölümle, kendi ölümümüzle barışırız bir bebeğe bakarken. Bir bebeğe bakarken, onda görünen, parlayan zamana bakarken, bebeğin zaman kristaline, matematiğin yardımıyla kendi geçmişimizi ve geleceğimizi bugünden toplar, kendi ölümümüze alttan alta önceden hesaplamış olarak hazır oluruz.
Bir bebek, zamanı o kadar güzel, o kadar masum, o kadar kutsal, o kadar anlamlı kılar ki, sevinç ve saygı ile kabulleniriz zamanın, ömürlerimizin, bu hızla, bu kadar hızlı akmasını. İnsanlığın dilek çeşmesine, ortak çanağına dolmasını. Bir bebeğe baktığımızda bütün suların aktığını hissederiz. Biliriz.
Geçmişte bir yerde başkalarına muhtaç olduğunu, bu kadar muhtaç olmuş olduğunu, bugün de ve hâlâ başkalarına muhtaç olduğunu bilmek bizi bir topluluk olmaktan çıkarıp bir toplum yapar. Kendi geleceğimizin, kalan zamanımızın dünyanın geleceğinin sonu ile, dünyanın kalan zamanı ile aynı şey olmadığını bilmek. Bu bize toplum olma duygusunu, bilincini verir.
İşte bu yüzden, bir bebeği yaşatamayan, bir bebeğini, bebeklerini bile yaşatamayan, bebeklerini öldüren toplum panik içindeki lanetli bir kalabalıktır artık. Bir bebeğin ölümüyle herkes kendi can korkusuna düştüğü için herkes çok yalnız, yapayalnız kalır o kalabalığın ortasında. Orta yerinde. Kendi lanetiyle.
Bir bebeği yaşatamamak, bir bebeği ölüme terk etmek, hayat felsefemizden uzak düşürür bizi. Hayatımızı felsefesinden ayırır. Hayatımızı felsefesiz bırakır.
Filozof Kant’ın o güzelim formülüne, o bugün her zamankinden daha fazla geçerliliği olan, geçerli olması gereken, her zamankinden sık tekrarlamamız gereken ‘kategorik imperatif’ine bugünümüzü, geleceğimizi güvenceye almak için değil, bir bugün, bir gelecek korkusu ile değil, aynı zamanda bir borç eder, geçmişten gelen bir borcumuzu öder, insanlık ortaklığına hepimizin borcunu öder gibi uyma, ‘kategorik imperatif’i sadece gelecek değil de, geçmiş adına, geçmişin anısına da uygulama fırsatını kaçırırız elimizden bir bebeği yaşatamadığımız için.
Ne diyordu Kant, iki asırdan fazla bir zaman önce o güzelim formülasyonunda: “Sadece aynı zamanda genelgeçer, evrensel bir yasa olmasını isteyebileceğin kurallara göre davran.”
Yani sana da uygulanmasını, günü geldi mi sana da aynısının yapılmasını kabul edebileceğin şekilde davran, yaşa.
Bu ülkeyi bu hale getirenler, her yıl hastanelerden sıra sıra bebek tabutları çıkaranlar, ihmalkârlar, umursamazlar, biz yani: Aydınlanma Felsefesi’ndeki ahlakî özü, ahlakî sorumluluğu göremeyenler. Karanlığa mahkûm olanlar. Bir bebek zamana gözlerini kapayınca. Kapadığı için.
(‘Ben Onlardan Biriyim’, Mayıs 2007, Everest Yayınları)