Batı edebiyatı ve sineması birkaç yıldır “bildiğimiz anlamda insan”ı neoliberal dünyanın yoksunlarında (“yoksul”dan daha geniş bir tariftir bu), sığınmacılarında (mültecilerinde) arıyor. “Bildiğimiz anlamda” derken hâlâ özne olma potansiyeli taşıyan ve toplumsal koşulları içinde eyleyici olabilen insanı tanımlamak istedim. Şimdi tekrar söylersem: Batı sanatı, özellikle de edebiyatı ve sineması, insanı günümüz kapitalizminin siyasi, hukuki ve iktisadi kurumlarının tanımıyla “illegal insan”da arıyor ve saptıyor epeydir artık.
Filmi uzun uzun anlatamam burada, “gidin ve seyredin” derim, işte benim birkaç gün önce seyrettiğim Alice Rohrwacher’in yönettiği ‘Mutlu Lazzaro’da da (Lazzaro Felice, 2018) kırda illegal, kayıtdışı marabalarken yine de özne olma potansiyeline sahip kalmış bir grup insanın devlet tarafından legalleştirildikten sonra yine devlet denetiminin sahnesi olan büyük şehirde hızla nasıl bir felakete ya da trajediye sürüklendiği, müthiş bir senaryo ile resmedilmiş.
İlk iki paragrafta ‘illegal insan’ kavramını ısrarla kullandım. Elbette hiçbir insan illegal değildir, olamaz, insan meşruiyetiyle, yasallığıyla birlikte doğar. Ancak günümüz kapitalizmi dünya ölçeğindeki sömürüsünü tam da bu ‘illegal-legal insan’ ikiliği üzerinden işletiyor artık.
“Mülteci krizi”nden “illegal insan”a…
Avrupa ve ABD’de ‘mülteci krizi’ diye adlandırılan, oysa kendi emperyalist politikalarının doğal sonucu olan bir durum sağ popülizm tarafından fırsata çevrilirken, ‘illegal insan’ kavramı da siyasi söylevlere ve söylemlere iyice yerleşiyor. Bununla önce müreffeh ya da yarı müreffeh ülkelere kaçak yollardan giren (tabii “seyahat özgürlüğünü radikal biçimde kullanan” diye de tarif edilebilir!) sığınmacılara işaret edilirken; sağ popülizm, bu tanımı artık bütün yoksunlara (evsizler, bakıma muhtaç insanlar, işsizler, yoksullar) yayıyor hızla… Sömürüsünü derinleştirmenin yeni ve kullanışlı yöntemi budur günümüz kapitalizminin… Siyasiler için de iktidarı kazanmanın…
Yine birkaç gün önce Deutsche Welle’de bir haber belgesel izledim. ABD’nin Texas eyaletinde Rose adında bir kadın anlatıyor. Kocasının, Trump iktidara geldikten kısa bir süre sonra ülkede “illegal” olarak bulunduğu gerekçesiyle evinden alınıp seneler önce geldiği El Salvador’a geri gönderilişini, gözyaşları içinde. Küçük çocuklarının babaları götürülürken nasıl bir travma yaşadıklarını, şimdi iki çocukla ayakta kalmak için nasıl çok çalışması gerektiğini. Ama Rose çok güçlü bir kadın; hem ailesinin geçimi ve çocuklarının bakımı için günün büyük bölümünde koşuşturuyor, hem kocasını ABD’ye geri getirmek için hukuk mücadelesi veriyor, gösterilere katılıyor hem de evine kurduğu kamera sistemi ile kocasını internet yoluyla El Salvador’dan Texas’taki aile evindeki gündelik hayata katmaya çalışıyor. Akşam yemeği sırasında yemekten sonra hangi filmi seyredeceklerine yemek masasının üzerindeki lap top yardımıyla ortak karar veriyorlar ve film başladığında kamerayı televizyonun durduğu yere doğru çeviriyor Rose, kocası da filmi izlesin diye. Televizyonun üzerindeki bir diğer kamera ise oturma odasına, kanepeye çevrili. Böylece baba filmden gözünü alıp evlatlarına, karısına da bakabiliyor istediğinde.
İnsanların internet iletişimi sayesinde elektronik olarak dünyayı sınırsızca dolaştığı bir dönemde, fiziksel olarak önlerine çekilmiş sınırlar her zamankinden daha aşılmaz durumda. Ekrandaki titreyen, karlanan, zaman zaman ‘drop atan’, zaman zaman ‘buffering’ yapan elektronik imge her dem legalken, bugün neoliberalizm ve sağ popülizm milyonlarca insanı yeniden ve yeniden illegal ilan ediyor.
Devletler için poliste kriminal fişi ve konum bildirimi, iktisadi sistemde vergi ve sigorta numarası, tıbbi yeniden üretim kurumlarında klinik raporu, sadaka üleşiminde istatistikî verisi olmayan her insan illegaldir artık. Modern kimlik kartları, vatandaşlık, vergi ve sigorta numaraları, sabıka kayıtları, hepsi hepsi, insanı özne olma potansiyeline sahip, kaderi üzerinde etkili olabilecek, yön verebilecek bir eyleyici konumundan çıkarıp bir işleve, bir fonksiyona dönüştürmek için vardır. İnsan bireysel tarihinden koparılır, yaşam öyküsünün yerine CV ya da insan kaynakları dosyası konur, polisteki fişi ve ikametgâh kaydı ile yetinilir ve nihayetinde eşzamanlı bir işleyişin ritmi olarak takibe alınır.
Devlet ve kurumları için legal insanın ideal hareketi sadece o anki işlevini yerine getirip getirmediğine bakılan, salt bir senkroni üreten şaşmaz bir ritimdir. Aylak, işsiz, evsiz, yaşlı, çocuk, hasta ve bunların hepsinin şahikası sığınmacılar ise kurumsal bir nefretin hedefidir bu ritmik işleyişin yanı başında. Ama tam da bunun etkisi şu oluyor: Legal insan, bir süre sonra genel kurumsal ve iktisadi işleyişin içinde gözden kaybolurken, sağ popülist siyasetçilerin bugün bir nefret nesnesi olarak toplumsal sahneye yerleştirdiği (ve uyandırdığı nefret sayesinde bu sağ popülist siyasetçilerin kendilerinin de iktidar koltuğuna yerleştiği) illegal insan daha net görünür bir hal alıyor.
Edebiyat ve sanatın silikleşen modern legal yurttaştan daha çok henüz renkli yerel giysilerini çıkarmamış sığınmacı ya da eskimiş, eprimiş bürokratik gündelik hayat üniformalarının yırtıklarından çıplak teni görünen aylak illegal insana bakıyor olmasının sebebi, popülist nefret sayesinde de olsa onun, yani illegal insanın bu görünürlüğü, kurumsal dosyalara sığdırılmamış, belirsiz potansiyeli olmalı.
Siyaset ve iktisat kurumları insanı genel işleyişin içindeki bu hikâye ve tarih üretmeyen eşzamanlı ritmi üzerinden takip ederken, edebiyat insanı artzamanlı varoluşunu, bireysel tarihini tarayarak anlar ve kurgusunu böyle tamamlar. Siyaset ve iktisat kurumları legal-illegal ikiliğini durmaksızın yeniden üretirken, edebiyat legal-illegal ayrımını reddederek öykü üretir. Bu edebiyatın tabiatından gelen bir şey, bir zorunluluktur.
Yazar, okurunu kahramanının gerçekliği konusunda ikna etmek, kahramanının olay örgüsü içindeki etkisini bu örgü ile tutarlı hale getirmek zorundadır. Bunun için de kahramanını tam da bu romanın ya da öykünün kişisi yapan toplumsal ve bireysel koşulları yazım sürecinde ortaya koymak ve kurgusunu bu yaşam ya da varoluş koşulları üzerinde inşa etmek zorundadır. Kahramanı ne kadar atipik olursa olsun, okuru onun gerçekliği konusunda ikna etmek, okur nezdinde inandırıcı olmak üzere onu önce toplumsal varoluş koşulları ve bireysel tarihi içinde kendisinin anlaması ve bu anlayış üzerinden ona şefkat duymak, okurda da ona karşı yine anlayış ve şefkat uyandırmak edebiyatçının kaçınılmaz işi ve sorumluluğudur.
Bugün müreffeh ya da yarı müreffeh kentlerin sokaklarında geldikleri ülkelerin, içinden çıktıkları hayatların, terk ettikleri evlerin, ailelerin, işyerlerinin, atıldıkları, kovuldukları kapitalist iş bölümü hücrelerinin, tahliye edildikleri ya da şartlı salıverildikleri hapishanelerin, atlattıkları hastalıkların, kaçtıkları garnizonların, delirdikleri aşkların izlerini üzerlerindeki geleneksel ya da yerel giysi ve renklerde, kumaşlardaki derin yırtıklarda, tenlerindeki ve bakışlarındaki derin yaralarda, haykırış ve naralarındaki çatallaşma ve yırtılmalarda, sayıklamalarındaki karanlıklarda, ağlarcasına sevişmelerinde, tavizsiz isyanlarında, cezbedici tekinsizliklerinde, ölümle ve ölümüne dostluklarında ortaya koyan henüz legalize edilmemiş ya da legalize edilemeyen insanlar var. Dolaşıyorlar.
Onlar sayesinde her insanın bir tarihi olduğu gerçeği unutturulmak istendikçe yeniden ortaya çıkıyor. Silinmek istendikçe netlik kazanan hayat hikâyeleri bunlar. Nefret objesi olarak işaret edildikçe görünürlük ve özne olma potansiyeli kazanan illegal insanlar.
Neoliberalizm, onları kullanışlı fonksiyonlara dönüştürmek için sürek avları, sağ popülizm, nefretini beslemek için cadı avları düzenlerken, edebiyat ve sanat, onların hikâyeleri üzerinden dünyadaki insani şefkat kaybını erteliyor.