D_Masthead_970x250

Avrupa’nın ufkundaki faşizm hayaleti

Ukrayna krizi, ilkinde bir trajedi biçiminde yaşanan faşizmin hayaletini mezardan çıkarmış görünüyor. Peki tehlike ne kadar büyük ve” kanlı komedi” gibi mi yaşanacak?

Nicos Poulantzas, 1970 yılında kaleme aldığı “Faşizm ve Diktatörlük” [*] adını taşıyan kitabında, özgül siyasal bir olgu olarak faşizmin temel karakterleriyle sınıfsal boyutunu inceleyip Almanya ve İtalya gibi ülkelerdeki yükselişini inceledikten sonra, faşizm tehlikesinin yarın yeniden ortaya çıkabileceğini, ancak kesinlikle geçmiştekine özdeş şekilde zuhur etmeyeceğini vurguluyordu. Tarihin aynı şekilde tekrarlanmayacağının altını çizen Poulantzas, faşizmin yeniden yükselmesi halinde, o döneme özgü karakterler sergileyeceğini belirttikten sonra, kitabı şu cümlelerle sonlanmıştı:

Marx, Hegel’i izleyerek, tarihin bazen tam anlamıyla tekrarlandığını söylüyordu: fakat ilkinde bir trajedi biçiminde yaşanan olay, ikinci seferinde bir komedi biçimine bürünüyor. Bu gerçekten çarpıcı bir formülasyon olarak görünse de belirli bir açıdan geçerlidir de: Çünkü, kanlı komediler de vardır. Louis Bonaparte, belirli bir açıdan komikti ve tarihte başkalarını öldürmekten başka bir şey yapmayan komikler de vardır.”

Şimdi savaşın bizatihi kendisini ve işgalle birlikte Ukrayna’da takip ettiği dinamikleri bir kenara bırakırsak, sorumuz şu: Kısa denilecek bir süre içinde komedyenlikten başkomutanlığa uzanan Ukrayna Cumhurbaşkanı Volodimir Zelenski’nin kol kanat gerdiği neo-Naziler bir trajediden ziyade Avrupa’nın batısına göz kırpan kanlı bir komiklik içinde olabilirler mi? Yani 2014 yılında Ukrayna ordusuna entegre edilen ve 2015 yılından bu yana da ABD tarafından silahlandırılıp eğitilen neo-Nazi gruplar, Avrupa’da faşizme bugünkü tarihsel konjonktür üzerinde yükseleceği bir zemin sunuyor olabilirler mi?

Neo-Nazi ideolojinin sembolik düzeydeki temsillerine yönelik 1488’in [**]  de aralarında yer aldığı çok sayıda örneğe denk geliyoruz, son zamanlarda. Ancak özellikle Avrupa için asıl olan, bu sembollerin ötesinde, gerçek bir konjonktürel tehlikenin var olup olmadığı. Yani, soru şu: Nüvelerini Avrupa’nın batısından doğusuna irili ufaklı biçimlerde gördüğümüz ve son yıllarda yükselişine de tanık olduğumuz aşırı-sağcı, ırkçı hareketler faşizmin zemin kazanmasına yol açacak bir konjonktürün kıta genelinde hâkim olmasını hızlandırabilir mi?

Kavramı fonksiyonalist okuldan farklı olarak bir “sapma” ya da “kötü çalışma” modeli olarak görmeyen Poulantzas bize faşizmin parlamenter demokrasiye yabancı bir biçim olmadığını, tohumlarının devletin ve kapitalist sistemin içinde bulunabildiğini, belirgin bir biçimde ortaya çıkışı için ise aslolanın ciddi bir “siyasal bunalımın” varlığı olduğunu söylüyordu. Dolayısıyla, karşı karşıya olduğumuz soruyu şöyle telaffuz etmemiz mümkün galiba: Ukrayna’nın 2014 sonrası Donbass bölgesinde giriştiği kıyım ve Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, Avrupa’da yükselişte olduğunu gördüğümüz aşırı-sağı neo-Nazi tonlarla iktidara taşıyacak bir iklimin oluşmasında tetikleyici bir rol oynayabilir mı?

Poulantzas yaşasaydı, belki de bu soruyu tam olarak şöyle dillendirebilirdi: Ukrayna’da olup bitenler, faşizmin tedrici yükseliş seyrini kırarak onu ivmelendiren ve çelişkilerin yoğunlaşmasına sebep olan bir siyasal bunalım üretiyor olabilir mi?

Bu soru, önümüzdeki dönemde başta siyaset bilimciler olmak üzere, daha fazla merak edilen ve yanıtının daha yoğun bir çabayla aranacağı bir soru olacak gibi görünüyor. Mevcut bunalımın derinleşerek ortaya çıkarabileceği olağanüstü devlet biçimlerinin yarınki karakterine ilişkin bugünden bir öngörüde bulunmak hiç kolay değil. Bugün belki sadece ne yapsaydık, geçmişte politik olarak nasıl bir irade sergilenseydi, bu sonuçla karşı karşıya kalmazdık, onun cevabıyla yetinmek durumundayız, sanıyorum. Cevap belli: Avrupa için kalıcı bir güvenlik mimarisi kurma gayretleri (ABD’nin eliyle) akamete uğratılmasaydı ve Rusya’nın Avrupa’ya bir şekilde entegre edilmesi çabasına girişilseydi, Avrupa’nın doğusunda bugün yaşanan sorunları bu denli dramatik bir şekilde yaşıyor olmayacaktık. Bu gereklilik, otuz yılı aşkın bir süredir orada öylece kendini hissettirirken, üstelik.

Amerikalı tarihçi Mary Elise Sarotte, “Not One Inch: America, Russia, And the Making of Post-Cold War Stalemate” başlığını taşıyan çalışmasında bu gerekliliğe ve kritik önemine ilişkin çok önemli bir diyaloğu aktarıyor. Foreign Affairs dergisince de “2021’in en iyi kitabı” olarak tanımlanan “Not One Inch”te yer bulan bu diyalog, 1991 Mayıs’ında dönemin ABD Başkanı George Bush ile Macaristan Cumhurbaşkanı Arpad Göncz arasındaki görüşmede geçiyor. M. E. Sarotte o görüşmede konuşulanları şöyle aktarıyor:

Bush, “Eğer Sovyetler Birliği bir gün Baltık ülkelerinin bağımsızlığına müsaade etse ve biraz daha küçülme yoluna gitse, bu sizlerin faydasına olur mu?” diye sorduğunda, Göncz şöyle yanıtlamıştı: “Sanırım olur.” Ancak küçülmüş bir Sovyetler Birliği bile “büyük bir güce sahip olacaktır ve bir-iki kuşak sonra kendisine yeniden bir nüfuz alanı yaratmaya kalkışacaktır.”

Göncz, bunun önüne geçmek için kendinden sonraki kuşakların bu konuda gerekeni yapmasını ve “kıtaya nefes aldıracak bir alan açmasını” umuyordu. Ne doğrultuda: “Sovyetler Birliği’ni [yani bugünkü Rusya’yı] Avrupa’ya entegre ederek bizleri artık Avrupa’nın sınır toprakları olmaktan çıkarmak” doğrultusunda.

“Tarihin sonunu” filan ilan etmeden önce geçen zaman içinde, böyle bir entegrasyon konusunda ciddi çaba sarf edilseydi, duvarlar hepten kalkabilse ve Avrupa’nın bütünleşmesini temel alan değerler hâkim kılınabilseydi, bugün bu noktada olmayabilirdik, sanıyorum. Küresel güçlerin “arka bahçelere” sahip olma ayrıcalıklarını ve bu şekilde yayılmacı jeopolitik tezleri bagajlarında taşıma imtiyazlarını ortadan kaldırmak böyle bir entegrasyonun kapısının açılmasıyla mümkün kılınabilirdi belki.

Ancak tarih böyle yürümediği gibi, yarın daha iyi ilerleyeceğini yönelik bir ümit de vermiyor. Aksine, geçen hafta bu meselenin Ukrayna ile sınırlı kalmayabileceğini, Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline NATO’nun jeopolitik satranç masasındaki cevabi hamlesinin Finlandiya ve İsveç olacağını ve bu ülkelerin -Rusya’nın uyarısına rağmen- NATO’ya katılma başvurusu hazırlığında olduklarını öğrendik.

Neyse, zaten belli ki sorularımıza yanıtı tek başına Ukrayna/NATO – Rusya ihtilafındaki gelişmelerin aşırı sağ hareketlerin kıta genelindeki yükselişini ne ölçüde körükleyeceği vermeyecek. Gerek Ukrayna Savaşı ile birlikte kapitalizmin bir anda derinleşen yapısal ve kronik sorunları gerekse de büyük (mülteci) göç(leri) baskısının etkisiyle, Avrupa’daki aşırı sağ hareketlere ait söylemin merkeze ne ölçüde kayacağı ve bu eğilimin genele yayılarak yapısal bir fenomene dönüşüp dönüşmeyeceği temel belirleyici olacak gibi duruyor. Ama şunu unutmamak lazım. Bonapartizm, askeri diktatörlük ya da faşizm gibi olağanüstü yönetim biçimlerine ulaşılmasında büyük sermayenin o konjonktürde nasıl bir sınıfsal katkı yapmaya hazır olduğu, bunun karşısında sendikaların derinleşen krizde Avrupa işçi sınıfı için nasıl bir liderlik ve mücadele tahayyülü içinde olacakları da önemli rol oynayacaktır.

İşin bu sermaye-devlet ilişkisi boyutunun Ukrayna’da çok önemli olduğu uzun zamandır biliniyor. Azov Taburlarının ilk kumandanlarından, aşırı-sağ Ukraynalı siyasetçi Andriy Biletsky, 2018 yılı Kasım ayında kendisiyle yapılan bir söyleşide, Ukrayna’nın önümüzdeki 20 yıl için kendisine İsrail ve Japonya gibi ülkeleri model olarak alması gerektiğini söylüyordu. Bunun için de sermayenin önündeki engellerin ve vergilerin kaldırılmasını öneriyordu. Yani, ekonomiye enjekte etmek için para bulmakta sıkıntı çeken -bunu ancak borçlanarak ya da yüksek faizli ve siyasi maliyeti yoğun IMF kredileri alarak gidermeye çalışan- devletin bu işi oligarklara bırakmasından yanaydı aşırı-sağ lider.

“Açalım oligarkların önünü” ve ciddi istihdam yaratacak dev altyapı projelerine girişelim, diyordu kısaca Biletsky. Büyük sermaye de bu söylemlere sempatiyle yaklaşıyor, o söylemleri finanse etmeye hazır olduğunu kanıtlıyordu. Sonuçta Azov Taburları, Sağ Sektör filan gibi aşırı-sağ gruplar bir “sapma” olarak öyle gökten zembille inmedi ya da tarihin karanlıklarından bir günde zuhur etmedi. Örneğin, Donbass bölgesindeki ilk neo-Nazi temelli gönüllü milis grupları, ABD’nin silah yardımlarından önce, metalürji sanayi tesislerinden ticarete oradan medyaya uzanan alanlarda etkili olan ve siyasete yaptığı “yatırımlar” ile öne çıkmaya çalışan Ihor Kolomoisky gibi Ukraynalı zengin oligarkların destekleriyle serpilip büyütüldüler. Onlar serpilirken de birileri Nürnberg Mahkemesi’nde hüküm giymiş Nazi işbirlikçisi Stepan Bandera’yı “özgürlük savaşçısı” bir figür olarak tanımlıyor, bununla da yetinmeyip -2014’te Odessa’daki Sendika Binasında 40'tan fazla insanın yanarak hayatını kaybettiği katliamda tetikçilik de yapmış olan- faşist silahlı çetelerden “Sağ Sektör”ün eski lideri Dmitri Yaroş’u Silahlı Kuvvetler Başkomutanı danışmanı olarak kritik bir mevkiye atıyordu.

Kısacası, yukarıda Poulantzas’a sordurduğumuz sorunun hazır bir cevabı yok. Yanıt, dünyanın birçok yerinde olduğu gibi, siyaset, büyük sermaye, postal -ve de tabii mafya- ilişkilerinin -bu krizin etkisiyle- aşırı-sağ söylemi Avrupa’da merkeze ne ölçüde yaklaştıracağıyla bağlantılı olacak. Alman sanayisinin alarm sinyalleri verdiği, kimya devi BASF’ın 40 bin kişiyi işten çıkarmak zorunda kalabileceğinin, krizin domino etkisiyle tüm sektörlere yayılabileceğinin konuşulduğu bir ortamda ümitli olmak da çok kolay değil. Her şeye rağmen umalım ki, Avrupa bu krizi daha fazla derinleşmesine ve büyümesine izin vermeden atlatabilir. Daha da önemlisi, 5 milyon Ukrayna vatandaşını 1,5 ay gibi bir sürede sığınmacı statüsüne sokmuş, iddiaya göre, 23 bin 367 Ukrayna askerinin zayi olmasına yol açmış savaş en kısa sürede sona erer. Ve 837 bini Rusya’ya sığınmış o 5 milyon insan yaraları sarmak için memleketlerine dönebilir. Ve de bugün yoklamada yüksek sesle “burada!” diyen, “1488, faşizm” tehlikesi de Avrupa’nın ufkundan bertaraf edilmiş olur.

***

[**] = “Faşizm ve Diktatörlük,” Nicos Poulantzas, [Seuil/Maspero, 1974], Çeviren Ahmet İnsel, Birikim Yayımcılık, s. 371, Mayıs 1980, İstanbul.

[**] = Sosyal medyada geçen gün görüp izlediğim bir videoda böyle bir sembolik örnek vardı. Rusya Silahlı Kuvvetleri’ne bağlı birlikler, Mariuopol yakınlarında ele geçirdikleri Azov Taburları mensubu bir Ukrayna askerinin ellerini arkadan bağlayıp esir aldıktan sonra, ona neo-Nazi ideolojisine sahip bir militan olup olmadığını soruyorlar. O da, “hayır ben Nazi değilim” diyor. Sonra askerler genç adamın cep telefonuna bakmak için şifresini soruyorlar. Asker “1488” diye yanıtlıyor. O zaman soru da cevabını bulmuş oluyor. Zira, Nazi ideolojisinin alamet-i farikalarından bu şifre. Bu tip gruplarca sık kullanılan 1488 (14/88), neo-Nazizmin ve beyaz ırkın üstünlüğünün sembolleri arasında. Buradaki 14 sayısı, ırkçı beyaz üstünlük ideolojisinin önde gelen savunucularından Klu Klux Klan bağlantılı The Order örgütü mensubu Amerikalı David Lane’in ürettiği radikal sloganı temel alıyor. Yani, 14 rakamı, “Bizler milletimizin mevcudiyetini ve beyaz çocuklara gelecek sağlama idealimizi güvence altına almalıyız,” şeklindeki slogan cümlenin İngilizcesindeki (We must secure the existence of our people and a future for white children) kelime sayısını ifade ediyor. 88 de, “Heil Hitler” şeklindeki Nazi selamlama ifadesindeki sözcüklerinin ilk harflerinin (H ve H) İngiliz ve Alman alfabelerinde ortak olan sıra numaralarını (8 ve 8) gösteriyor. Dolayısıyla, neo-Nazizm, bu sembolüyle “ben buradayım” demiş oluyor.

Aslında Avrupa bu tip Nazi sembollerine yakın zamana kadar hiç müsamaha tanımıyordu. Bunun tam olarak ne demek olduğunu kavrayabilmek için şöyle ifade etmek lazım belki de: Diyelim ki, II. Dünya Savaşı yıllarında Yahudi Soykırımı’nın en sistematik biçimde yaşandığı toplama kampı Auschwitz’in bugün bir anma mekânı olarak kullanılan binasına, üzerinde 1488 yazan bir tişörtle girmeye kalktınız. Şakası yok, tutuklanıp aylarca hapse atarlar! Çünkü ne olduğunuzu ifade eder tişörtün üzerindeki o sayı!

Hatta yakın tarihlerden gerçek bir vaka örneği vereyim: Slovakya parlamentosunda 14 sandalye ile temsil edilen aşırı sağcı ve ırkçı partinin lideri Marian Kotleba, II. Dünya Savaşı’nda Nazi uydu devleti olarak kurulan kısa ömürlü (1939-1945) Slovak Cumhuriyeti devletinin kuruluş yıl dönümü dolayısıyla düzenlenen etkinlikte, yoksul ailelere 1488 Avro değerinde yardım çeki dağıttığı için tutuklanmış ve çıkarıldığı mahkemede 4 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırılmıştı.

Yani 1488’in ne olduğu Avrupa’da muamma değil. Hatta ABD’de de. Mesela, 11 Eylül (2001) saldırıları sonrasında ABD Başkanı George Bush tarafından kurulan İç Güvenlik Bakanlığı’nın web sitesine 15 Şubat 2018 tarihinde bir slogan nitelikli şöyle bir cümle yazılmıştı: “Bizler Amerika’yı yeniden güvenli kılmak için sınırlarımızı güvence altına almak ve duvar inşa etmek zorundayız.” Cümlenin İngilizcesinin David Lane’inkine benzer bir ton taşıması ve üstelik 14 sözcükten oluşması, ayrıca makalede 14 noktaya işaret edilmesi, hatta içinde 88 rakamının da telaffuz edilmesi epeyce insanın dikkatini çekmişti. Bunun bir tesadüf olmadığı, bu Bakanlık’ta kendilerini Nazi olarak tanımlayan beyaz-üstünlükçü birilerinin var olduğu da ileri sürülmüştü. Yani konu, ABD’de de muamma değil.

 

 

İlgili İçerikler